Baştan belirteyim. Üç kısa bölümlü bu yazıda iki özet, bir hâl-i pür-melâl beyânı, bir de edebiyat-sanat dünyasına çağrı var. Biraz parçalı, bolca ağrılı. Son çırpınışlar hanesine yazıla!
İlk özet: Yara
Devletin açtığı yara'ları iyileştirmeye çalışırken sıralama yapmak kolay değil. ‘Yara'nız nerenizde açılmışsa siz en çok oradan kanar, acırsınız. Türkiye toplumunun en derin ‘yara'sı ise 100 yıl önce açılmış ve inkâr edilmiş 1915 Ermeni Soykırımı'dır. Bununla hesaplaşmamak, yüzleşmemek ve bunu tedavi etmemek daha sonra açılması muhtemel ‘yara'ların kaderini de belirlemiştir. "Makbul" olanın dışındakilere baskı, zulüm, ölüm. Çünkü onlar, devlet ve sahipleri -Türk, Müslüman, Erkek olanlar- için birer tehdittir. Bu yüzdendir ki ne Kürt halkıyla ne Alevilerle ne kadınlarla barışabilirler. Oysa biriyle olsun barışmak, faşizm kuşatmasının bir yerinden çatlaması, cerahatin akması ve yara'ları beraber tedavi edebilme imkânının doğması demektir.
Bunun içinse önce her birimizin çizilen, öğretilen, dayatılan yollar, kulvarlardan yürüyüp yürümemeye karar vermesi; düşmeyi, kaybolmayı göze alması gerekir. Aksi durumda, üç kutsal bileşenli kötücül iktidarın yaşamasını "sağlamak"la kalmaz kendimizi, kendimizle beraber ana yoldan çıkmayı, dengeyi bozmayı, düşmeyi göze almış olanları; özgür, özgün, özerk dengeler kurmak için mücadele edenleri yalnızlaştırır, ölüme terk ederiz. Ve iktidar hep kazanır, biz hep beraber kaybederiz. Bu, kopkoyu hakikatimiz.
Buraya kadarki kısım hastalık, teşhis, tedaviye dair iyi bildiklerimizin kıpkısa ama yalansız, yanlışsız özeti.
İkinci özet: Direniş
Çok yakın geçmiş. Devlet, önce “Kürt sorunu yoktur”, “masa da neymiş”, “mutabakat yalan” dedi. Peşinden, Kürt halkına sen misin HDP'ye bu kadar çok oy veren deyip 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımadı. Halka saldırıları, mezarlıkları bombalaması, Ekin Wan'ın ölü bedenine işkence ve teşhiriyle istediği ve yöneteceği gerilimi kurmaya başladı. Suruç, Ankara katliamlarında failler ortaya çıkarılmadı, "kokteyller" icad edildi. Bir halkın varlığını ve eşit yurttaşlık haklarını, taleplerini tanımamanın saldırı dozu gittikçe arttı. Seçilmiş vekillerin seçildikleri illere, ilçelere girmesi engellendi. Seçilmiş belediye eş başkanları, meclis üyeleri gözaltına alındı, tutuklandı. Halk, devlet şiddetine karşı kendini savunmak zorundaydı. Yalnızdı. Yurttaşının güvenliğini sağlamakla yükümlü devlet, yurttaşını düşman ilan etmiş, ona saldırıyordu. Kadınlara, gençlere, çocuklara ya teslim olun ya da sizi öldüreceğiz deniyordu. Ve halk direnişi tercih etti. Toprağının, bedeninin, kalbinin hamuru direnişle mayalanmış bir halktı devletin karşısındaki. Ve evet, hendek kazdı. Neye karşı? TOMA, akrep, tank ve en ağır silahlara karşı. Hendek dediğimiz, bir anlamda yaşam koridoruydu. Evden eve ekmek almaya gitmek için misal. Zira şehirlerde, ilçelerde devlet, yaşamı günlerce ablukaya aldı. Evleri bombaladı. Camileri. İnsanları başından, karnından tek kurşunla öldürdü. Duvar yazılamaları yaptı. Nefret, öfke kustu. Yetmedi, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'a suikast girişiminde bulunuldu. Failler açıklanmadı. HDP vekilleri ve Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ biber gazı kapsülünün, kurşunların hedefi haline geldi. Bunların üzeri örtüldü. Tahir Elçi, katledildi.
Halk kendi kendini bombalıyor, HDP kendi kendine suikast düzenliyor; PKK, "PKK halktır, halk burada" sloganları atan halkını katlediyordu! Devlet güdümlü medya, var gücüyle bunları haber olarak servis ediyordu. Türk çoğunluk buralara bakıp bakıp Kürtlere, HDP'ye, PKK'ye lanet okuyordu. Vatan haini, bölücüler! Peki, bölen kimdi, neydi sahiden? Neden durup dururken polisler, askerler ölmeye başlamıştı? Bunları soran yoktu. Zira, Türk toplumunun mayası en koyu ırkçılıkla karılmıştı; bu maya devlet, okul, aile, din eliyle şahane ürünler vermişti. Elbette -çok şükür ki- bu hâlden arınabilmiş olanlar yok değildi, ama sayıları azdı.
Şu günlerde ise devlet Kürt halkının toprak, dil, yaşam hakkını işgal ettiğini, kolonyalist olduğunu bir sms'le ifşa etti. Öğretmenlerini yuvalarına, batıya çağırdı. Okullara askerini, polisini yerleştirdi. Daha fazla kan, ölüm, acı dedi! Ama elbette Türklere değil, Kürtlere. Valiler ve kaymakamlarca ilan edilen süresiz sokağa çıkma yasaklarına yenileri eklendi. Halk sokaklara döküldü. Direniş hattı güçlendi. Hendekler çoğaldı. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek yaşam hakkını savunuyor, biz varız, buradayız, kabul edeceksiniz diyordu.
Hâl-i pür melâlimizin beyanıdır: Biz'ler
Televizyon değil, bilgisayar ekranlarımızın başında sosyal medya hesaplarımızdan Şırnak, Cizre, Silopi, Lice, Silvan, Sur'dan haber almaya, ne olup ne bittiğini takip etmeye çalışıyoruz. Takipçilerimizle -ki çoğu benzerimiz olan- aldığımız haberleri paylaşıyoruz. Ne hendek ne direniş ne de devletin yapıp ettikleri konusunda tereddütümüz var. Yaşatılan zulmü tahmin edemiyoruz, zira hemen hepimiz Batı'da doğmuş büyümüş olanlarız. Videoların, fotoğrafların gösterdiklerini tahayyül edemiyoruz. 90'lara dair bildiklerimizi, okuduklarımızı, gördüklerimizi hatırlıyoruz; ama Kürt halkı diyor ki bu sefer başka! Direnişlerindeki inat ve ısrarı, kararlılığı anlamakta güçlük çekiyoruz. Hemen hepimizin ortak hafızasındaki en yakın direniş Gezi direnişi. Fakat bu, izlediğimizin Gezi'yle hiçbir açıdan benzerliği yok, farkındayız.
Öfkeliyiz. Utanıyoruz. Kahroluyoruz. Kürt halkı gibi örgütlü değiliz. Ruh halimizi eyleme çevirecek örgütlenmeyi beceremiyoruz. Buradan bakmaya devam ederek, susarak suça ortak olduğumuzun farkındayız. Sol, sosyalist, muhalif, anarşist... çeşit çeşit ideolojilere sahip olanlarız. Akıldan yoksun bir vicdan siyasetinden çoktan geçmişiz. Örgütlü sol, sosyalist, muhalif çevrelerin kendi iç dertleri, çekişmeleri, hesapları, anlaşmazlıklarına tanığız. Bu, yeni değil. Şimdiyi sistemli biçimde, kısa ve uzun vadeli örgütleyebilecek beceri, akıl, pratiklere sahip olup olmadıkları konusunda kaygılı, tedirgin, inaçsızız. Bir kesimimiz HDP'li. Herhangi bir örgüt üzerinden değil. Aklımız, kalbimizle. Hayallerimiz, hakikatlerimizle örtüştüğü, bize umut ve direnme gücü verdiği için. Bildirgelerini, belgelerini, programlarını okuyup; takip edip, izleyip, dinleyip HDP'li olmuşuz. Devlet, HDP'ye sokakta, basında, kadroları üzerinden bunca saldırıp onu köşeye sıkıştırıp etkisiz hale getirmeye çalışırken sadece Kürt halkını değil batıda bizi de cezalandırıyor. Görüyor, biliyoruz. Geldiğimiz noktada tek eylem biçimi olarak Tünel'den Galatasaray'a yürüyüp basın açıklaması yapıp dağılmak ya da dağıtılmak ile imza kampanyaları arasına sıkışmış durumdayız. Devletin, imha ve inkâr politikalarını yürütebilmesi için çok elverişli bir zemin. Kürt coğrafyasını ayrı Batı'yı ayrı ablukaya alıp, hemen hemen aynı araçları farklı biçimlerde kullanıp kendi çıkarları her ne ise onları kazanana, bizleri sindirine kadar yoluna devam etmek.
Bütün bunları umursamayan bir çoğunluk var elbette. Onlara göre çünkü ölenler Kürt, çünkü/ama hendek!
Onları geçelim. Kendimize bakalım.
Çağrıdır: Kaleme, kameraya, sese...
Merkezdeyiz. Yazar, şair, yayıncı, gazeteci, sinema, tiyatro oyuncusu, yönetmen, akademisyen... Çok fazla insan var içimizde, çevremizde. Bir kısmı epeyce popüler. İzleyici, dinleyici, okur kitleleri; etki alanları çok geniş. Uluslararası düzeyde ve batının yerellerinde etkili, ses getirecek kişiler. Fakat onlar da tivit atıyor, demeç veriyor sadece. Peki, bu güçlerini şimdi kullanmayacaklarsa ne zaman kullanacaklar? Kültürel genlerinde filmin, romanın, öykünün, şiirin, oyunun çok da olmadığı, her açıdan parçük pürçük bu toplum böylesi dönemlerde önce bunları terk etmez mi, terk etmiyor mu?
Hayır hayır, ne ortak bir metinin imzalanmasından ne aydınlar açıklamasından söz ediyorum. Bizzat eylemlilik halinde olmaya çağırıyorum. Beraberce. Kobanê için 2014 yılında yapmış; çok kalabalıkça koridor aç demiş, barış için cümleler kurmuş, Suruç'a gitmiştik.
Şimdi de kameralar, kalemler, fotoğraf makineleriyle yollara düşsek… Basın akmaz mı peşimiz sıra? Bölgenin çığlığını hem bu ülke hem dünya duymaz mı? Ankara'da, İzmir'de, İstanbul'da, Eskişehir'de hep beraber toplantılar düzenlesek; o çığlıklardan dökülenleri anlatsak insanlara olmaz mı? İstiklal'de, pazar yerlerinde, kahvelerde, alışveriş merkezlerinde... binbir biçimde, "İnsanlar öldürülüyor. Barış, hemen şimdi!" desek, olmaz mı? Murathan Mungan'ın "Kardeşlerim ölüyor kalbimin doğusunda" dizesi bir hakikatken, sosyal medya hesaplarından paylaşmak yerine alıp o dizeleri boynumuza assak da yürüsek sokak sokak, olmaz mı?
STK'lar, sendikalar, Barış Bloğu, her haliyle kanıksanmış ve etkisizleşmiş Galatasaray önüne çağrı yapmak yerine başka eylemlilik biçimleri üzerine düşünseler toplumun farklı kesimlerini de kapsayacak şekilde. Bunları söyleyeceklere, söyleyenlere burun kıvırıp ilk toplantıda kaçırmasalar.
Mümkün değil mi hiçbiri? Mümkün olanı bulmak için bir araya gelinsin, gelelim o halde.
Hiçbirini beceremedik mi? O halde yazarlar kalemlerini, şarkıcılar mikrofonlarını, yönetmenler kameralarını, artık kimin aracı ne ise Taksim Meydanı'nda toplanıp kırsınlar, bundan böyle üretmek yok desinler! Hangi Türkiye'de, kime, ne yazacaklar, çekecekler? Bir SMS ile çalıştığı yeri bırakıp memleketine dönen öğretmene bunca öfkelenen batı, yazarına, oyuncusuna, sinemacısına niye sormaz, “sSvaş varken sen n'apıyorsun, huuu” diye. Üç beş ay sonra direniş öyküleri antolojisi hazırlamak, direniş filmleri, barış şarkıları konserleri, filmleri festivalleri yapmak; delik deşik edilen evlerin, direnen çocukların fotoğraflarından sergiler düzenlemek; paneller, sempozyumlar, atölyeler yapmak kolay. Mesele bu barbarlığa, zulme karşı şimdi hemen ve n'apılacağı. N'apacağımız?
Son niyetine: Beraber eylem ya da çürüme
Öfkemiz koyu, utancımız samimi, kahrımız sahici. Kıvranıyoruz. Kutsal ittifakın iktidarı, kendinden olmayan herkese karşı yürüttüğü savaşının şiddetini artırıyor. Görüyoruz. Bekleyiş, kısa ve uzun vadede çeşitli kıyım ve kırımlara ortak edecek hepimizi. Biliyoruz.
Hakikaten özgürleşmek için, gittikçe daralan bu kötülük iktidarının ablukasına ve açtığı yaralara karşı ezberlenmiş mücadele biçimlerinin dışına çıkacak yollar bulmak zorundayız. Sadece siyaset bileşenleriyle değil; edebiyat, sanat, sinema, tiyatro, basın, akademi dünyasının insanları ile halklar arasında yan yana gelme, birbirine değme dokunma, diyalog kurma zeminleri bulmamız şart. Bunlar içinde hepimizin, her kesimin üç beş sallanmayı, dengeyi kaybetmeyi, buradan yürü denen yolların dışına çıkıp patikalara sapmayı göze alması zorunlu. Yaşamak ve mücadele etmek için. Bu ağrılı ve ağır bekleyiş, dilsiz ve eylemsiz kalış hepimizi yakacak. Barışçıl, eşit, özgür, adil, demokratik bir yaşam asla mümkün olmayacak. Sığınaklar, adacıklar kalmayacak çekilecek. Kitaplar, filmler, oyunlar, şarkılar, sergiler, bienaller; hayat, hayal, hakikat çürüyecek.
Belki hâlâ vakit vardır. Emin değilim. Şayet yoksa haber edin.
"Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın..." (Didem Madak) (MK/HK)