Zor zamanlar. Zihne, bedene, ruha, kalbe zûl zamanlar. Ne umutlu, ümitli cümleler görmek ne de tersi işe yarıyor. Hatta her ikisi de bazen öfkelendirebiliyor. Herkes bir yol, yordam, araç bulmaya çalışıyor gününe, gecesine mukayyet olabilmek için. Kimi reçel, konserve, turşu, salça yapıyor kimi koşuyor, yüzüyor, pilates, yoga yapıyor kimi okuyor, yazıyor, araştırıyor kimi kediye, köpeğe, kuşa, ağaca, suya tutunuyor kimi sosyal medya hesabını kapatıyor, öbürü yenisini açıyor, rumuz hesaplar çoğalıyor, fikir tartışmaları, linçler, ahkâmlardan sıyrılabilenler bir nevi iletişim kurabiliyor kimi iyiden iyiye işsiz ne etsek yapsak da çözüm bulsaktan eyleme geçemiyor, boşverip akışına bırakıyor kimi meyhane açıyor, kafe, bar, kitapçı, pilavcı, butik; memleketten gelen ürünleri semt pazarlarında satıyor, evde dolma sarıyor, kurye oluyor, temizliğe gidiyor... Bazıları var ki hâlihazırdaki siyaset, örgütlü mücadele zemininde umutlu umutsuz, alışkanlıkla ya da inançla uğraşmaya devam ediyor. Kimileri başka bir şey yapmaktan söz etse de sözü kağıtta ya da ekranda asılı kalıyor. Elbette herkese kolay gelsin. Hepimize.
Görünen o ki neredeyse hiçbir muhalif kurum, örgüt, platform, kolektif, oluşum, yapı... dünden bugüne kendine, içine, birbirine, doğru ve yanlışlarına, güçlü ve güçsüz yanlarına bakmak istemiyor. Baksa hemen dağılmaktan korkuyor. Belki de varlığı çoktan hükümsüz. Farkında değil. Baksa, görecek. O, kaçıyor. Yüzleşmeler, hesaplaşmalar yapılamıyor. Küçücük çevrelerde dedikodular, iddialar, tacizler, ifşalar, tehditler, şiddetler... Kimse, ama kimse galiba sahiden sevemiyor. Sahiden eylemek istemiyor. Kolektif zemin belki de çoktan kaybedildi. Yenilerine kimsenin gücü yetmiyor. Dünün halleri bugünün önünü tıkıyor. Bugünün kendi hali yeterince engelken.
Cezaevleri güzel insan kaynıyor. Umuda, direnişe, söze soluk, can suyu, yol açıcı, eşlikçi olacaklar tutsak. Sözlerinin önüne içeride dışarıda çifte duvar örülü. Görülmüştür damgalı kelimeler hep eksik.
Ortalıkta ise öyle çok söz var ki hem de öyle çok. Analizler, eleştiriler, değerlendirmeler, bilgiler, belgeler... Hakikatin ucunu kaybettik. Büyük sözde boğulduk. Bilgiçliklerde. Sözü de eylemi de azaltarak mı başlamalı? Büyük beklentiler, amaçlar, siyasetler yerine önce kendimizde, evimizde, sokağımızda çapak, kıymık, toz toprak temizliği mi yapmalı?
Bazılarımız var ki içte dışta dar alanlarlara, kovuklara, sığınaklara kaçıyor. Kendisine bakıyor. Kazıyor, kurcalıyor, didikliyor, törpülüyor... Kaybolmamak için böyle çabalıyor. Belki de az’a ulaşmaya çalışıyor. Çıplaklığa. Kendine, bir eve. An’a.
Bunca sözden sonra, bu yazının kalan kısmı bir deneyim paylaşımı olarak da okunabilir. Buna çokça kişi kızacak, hadi canım bu ne pasiflik diyecek, peki bunları anlatmaya ne gerek var diyen dahi çıkacak. Evet var, ve hayır pasiflik değil. Birbirimizden öğrenmeye biraz daha açsak keşke kendimizi. Hele insan dışı canlılardan. Daha fazla öğretmeye değil, daha fazla öğrenmeye açsak.
Öğrendiklerimden aktardığımdır. Kediler, arılar, kelimelerden.
“Yaşamdaki amacımı belki de bu anla sınırlandırmalıydım.” (Kobo Abe)
Panço, toprak kabından su içiyor. Şıpır şıpır. Nefesimi tutuyorum. Dinliyorum. Başını kaldırıyor. Burnunda damlalar. Güneş vuruyor. Pırıl pırıl. Gözlerini kırpıyor üst üste. Ben de.
Kapıyı açıyorum. Eve giriyorum. Koridorun ucundaki odadan beni izliyor. Geldim kuzum nasılsın diyerek ona doğru gidiyorum. O, oturduğu pencere önünden halıya atlıyor. Bacaklarıma sürtünüyor. Ayak parmklarımı yalıyor. Geriniyor, devriliyor yana. Arka patileri avcumun içinde. Mır hır gur. Ben de seni seviyorum pembiş burun.
Allahım o ne kâbus! İki gün oldu kakalamadı Panço. Yaş mama. Sürekli taze su. Uykuya dalmışım. Balkondan bir ses. Şırıl şırıl. Sağdan sola dönüyorum. Puf! Yine çiş! Aaaa o da ne! Pıtırt pıtırt. Ohhh, mis. Hastalanmadı bıdık.
Üç kocaman an. Ömre yürüyen taze su.
“Yanlış anlamayın sadeliğe ancak çok çaba harcayarak ulaşıyorum.” (Clarice Lispector)
Bungalov ile baraka arası bir odadayım. Arı vızıltısı duyuyorum. Rüya zannediyorum. Dinlemeye başlıyorum. Ses hızlanıyor, yükseliyor, kesilmiyor. Gözlerimi açıyorum. Kocaman bir arı kapının kenarında. Yataktan yavaşça süzülüyorum ayak ucuna doğru. Kapıyı açıyorum. Arı hemen çıkıyor. Ben bakakalıyorum. Ağaçlar. Adacıklar. Deniz. Sessizlik. Az önce değilse de şimdi bu rüya herhalde diyorum. Dün gelip de yerleştiğim yer mi burası? Gözlerimi ovuşturuyorum. Bu, gerçek. Uyumak, bu gerçeğe haksızlık.
Çıplak ayakla çıkıyorum kapının önüne. Plastik bir sehpa ve tabure. Kimseler yok. İnsanın elinin, bakışının, sesinin henüz değmediği vakitler. Sabah, beş buçuk. Öyle çok ses var ki. Ah, keşke tanısam! Cırcır böceklerini biliyorum sadece. Cahillik. Doğa bilgisi, hayat bilgisi eksikliği. Kuşları seslerinden tanımayı ne çok isterdim diyorum. Bunu ilk kez o an fark ediyorum. Öğreniyorum.
Allahım kimse uyanmasa, günaydın, nasıldı akşam, uyuyabildin mi, hayırdır niye erkencisin, deniz mi yapıcan, yaptın mı yoksa... demese. Yok, deniz yapmıcam! Kolaysa sen yap! Bu cümleleri şimdi yazarken ekliyorum. Yazı dili yaşama dilini nasıl da değiştirip dönüştürebiliyor. Eğiyor büküyor başka bir dil, anlam çıkıyor ortaya. Ân’ın diline sadık kalmak nasıl da zor. Dolayısıyla duygu da yaşanandan kurulana dönüşüyor. Yok, bunların peşi sıra gitmeyeceğim şimdi o ân’a dönüyorum tekrar.
Tertemiz, incecik bir serinlik omuzlarımda şal sanki. Kulağımda ağaçların, bitkilerin, kuşların, böceklerin, arıların sesleri içimdeki dünyaya yaklaşıyorum ya da sanıyorum. Kendime. Odaya gidip kalem defter alıyorum. Duramadım. Yazıyor da yazıyorum. Başımı kaldırdım. Güneş yüzünü iyice göstermeye başlıyor. Ah diyorum, azıcık daha beklese ya.
Uzun, upuzun bakmayalı ve dinlemeyeli ne çok olmuş. Gözlerim, kulaklarım, burnum, ağzım büyüyor. Karnımdan en güzel nefesleri alıp gönderiyorum sırtımın herbir köşesine. Hücre hücre, damar damar, kas, lif... Genişliyor. Uzuyor.
İnsan kıpırtıları, kımıltıları başlıyor. Bu sesleri biliyor, tanıyorum. Sifonlar çekiliyor, dişler fırçalanıyor, yüzler yıkanıyor. Kahvaltı edilecek az sonra. Üzerimi değiştirip kimselere görünmeden hooop suya. Kıyı henüz bomboş. Sudan çıkıp taşlara yatıyorum. Kollarımı, bacaklarımı iki yana açıyorum. Uzuyorum. Genişliyorum. Nefes alıyorum. Evet, nefes alıyorum. Sakınımsız, şeffaf, berrak bir akışkanlık. Kemikten, tenden, terden suya ve taşa karışan. Yersiz yurtsuz.
“Öyleyse insan ne zaman evindedir?” (Barbara Cassin)
Şimdi evdeyim. Salon penceresini açıyorum. Kocaman iş makinelerini dizmişler sokağa. Başında belediye çalışanları. Hayıdır diyorum? Çalışma var hanfendi. Sular gidecek mi? Ne yapacaksınız? Ne kadar sürecek? Yani tamam da nereden çıktı şimdi bu? Çoktan başladılar. Ses, dayanılır gibi değil. Pencereyi kapatıyorum. Önündeki dizi dizi sardunya ve karanfiller için üzülüyorum. Toz kum toprak içinde kalacaklar. Nasıl nefes aldırsam?
Evin içinde yeniden bir oraya bir buraya kaçmalı saklanmalı sığınmalı günler. Arka tarafta göğü delen apartmanın bitmeyen inşaatı. Sıkıştık kaldık arada. Koridora bağdaş kurdum oturdum. Yanımda Panço. Taş ve biraz serin hiç olmazsa. Elimde telefon.
Mezbahalara gitmeden evvel sıcakta sınır kapılarında bekletilen hayvanlar ve gözleri, yavrusu karnından alınıp çöpe atılıp da kendisi kesim için mezbahaya gönderilen anne sığırlar ve gözleri, midesi tonlarca plastikle dolu balinalar, civcivleri parçalayan makineler; bacakları kesilen kedileri, köpekleri çabucak unutanlar, kedilere konan su kaplarını bağır çağır fırlatarak atanlar; kaybolan çocuklar, tecavüz edilen çocuklar, balkondan düşüveren kadınlar, av tüfekleriyle vurulanlar; bir yanımızı seller sular götürüyor, kavruluyor sıcaktan öbür yanımız, göçen çöken köprüler, binalar, yollar, demir yolları, kayan topraklar; nükleer santral, yol, köprü, havalimanı, tünel, otel için kökünden koparılan ağaçlar, yerinden yurdundan sürülen binlerce canlı, ah o hayvan sevgisiyle yarışan sömürme arzusu, hepsi ayan beyan, zira yaşam alanı olmuş Instagram.
Ege sularında batan botlar, ölen çocuklar, anneler, acıyı ve yası orta yerinden ayıran, ayrıştıran öfke ve nefretin keskin bıçağı, Atina’da cayır cayır yakılan ormanlar, köpekler, insanlar, sahile koşan insanların zenginlerin çektiği dikenli teller sebebiyle denize ulaşamadan tellerde can verdiği, yaralandığı haberleri.
Yükselen dolar, düşen alım gücü, artan borçlar, yarı yarıya eriyen gelirler, işsizliklerimiz, rakıya gelen bilmem kaçıncı zam, bulunamayan ilaçlar, kağıt fiyatlarının yükselişi, kitapçı raflarındada takılı kalan gözler, geçirilen içler; sayısı günden güne artan su satan kağıt mendil satan hiçbir şey satmayan dilenen kara kuru kavruk çocuklar; tefe tüfeler, kira artışları, emlakçılar, ev sahipleriyle savaşlar.
Alt üst yan komşuların bitmeyen karı koca kavgalarının boca edildiği mutsuz çocuklar, tatile gidemeyen, sokağının yolu kazıldığı için sokağa da çıkamaz hale gelen yaz yorgunu çocuklar, okul açılsa da rahat etsek diyenler, gidevek okul bulamayanlar, imam hatiplere mecbur bırakılanlar, yüzde üçün özellerden özel beğen arayışından kıran kırana ezen ezene yarışı; atılan öğretmenler, çürümüş müfredatlar, okul yöneticileri bundan böyle olacakmış iktisatçı, işletmeci.
Belediye otobüsünde dövülen simitçi çocuk, mini etek giydiği için darp edilen kadın, günden güne çoğalan, kanserli hücre gibi şehrin ve hayatın bedenini kuşatan nargile kafelerden yayılan testosteron, uçuşan askılı yazlık elbiselerimizin dekoltelerinden ip askılarından incecikliğinden sızmaya çalışan bakışlar, maruz kaldığımız göz tacizi ten tacizi yaşam tacizi.
Yazar şair akademisyen öğretmen gazeteci doktor avukat eş dost sevgili yoldaş candaş -hepsi ya da hiçbiri- bitmeyen mansplainingler, mobbingler, herkesin herkesi her an linç edivermesi; dm’lerden taşan yalnızlıklar; sallanan parmaklar, çükler, diller.
Yüz yıldır bitmeyen gerici tartışmalar, misal Türkçe edebiyat mı Türk edebiyat mı Türkiye edebiyatı mı arasına sıkışıp kalanlar.
Akıldan, kalpten hiç çıkmayan, eksikliği hep bâki nice tutuklu.
Muhalefet partilerinin kendilerine dönük halleri, çekişmeleri, çözümsüzlükleri; öngörüsüzlük, siyasetsizlik, eylemsizlikleri. Egolara, hesaplara, basiretsizliklere kurban ettikleri umutlar. Halkların bu yalnız bırakılmışlığı.
Örgütlenememeklerimiz, inanmamaklarımız, yorgunluklarımız ve her alanda şiddeti gittikçe artan yoksullaşmalarımız; gidenler, kalanlar, gitmek isteyip gidemeyenler.
Tehditle, şiddetle, tahakkümle, öfkeyle, nefretle örülü bu siyasi, ekonomik, kültürel ortamda sabrı, sükûneti elden bırakmadan bir dil, biçim, biçem, eylem kurmak günden güne elbette zorlaşıyor. Toleransımız kendimize dahi kalmadı.
Zira burası neresi? Bu kara, köhne, hırçın ve hoyrat evim mi? Bu sıkıştığım yer? Gözümdeki ateşi dilimdeki zehri kışkırtan bu yer neresi? Bu kalabalık, gürültülü mekân sahiden bir ev mi?
Delirebilirim. Telefonu elimden sakince bırakıyorum.
“Az çok değildir, az yalnızca azdır.” (Pier Vittorio Aureli)
Akşam oldu olacak. İki tarafın gürültüsü de paydos etti. Pencereleri açtım. Çiçeklere su verdim. Yapraklarını yıkadım. Çamur aktı. Balkona geçtim. Bir kap suyu döktüm. İncecik. Şıpır şıpr. Oh, mis. Panço’nun tuvaletini temizledim. Yaş mama açtım ona. Yıkandım. Kahve pişirdim. Balkon masasına kuruldum. Avlunun insan sesleri henüz başlamadı. Rüzgâr esiyor. Panço serin taşa sereserpe uzandı. Ayaklarımın dibinde. Fısıltıyla uyuyor. Yazmanın bilirbeyfendi ve hanfendilerine aldırış etmeksizin açtım bilgisayarı. Bu yazıyı yazdım. Yoksa sosyal medyada sayıklayacaktım. Kurtuldum.
Hadsiz ve cüretkârca sahipleniyor, tutunuyorum şunu:
“Yazıyorum çünkü dünyada yapacak başka bir şeyim yok: ben artakalanım ve insanların dünyasında bana yer yok. Umutsuz ve yorgun olduğum için yazıyorum, kendim olmanın monotonluğuna artık dayanamıyorum ve eğer yazmanın o hep tazelenen yeniliği olmasa sembolik olarak her gün ölebilirim. Ama gizlice arka kapıdan çıkmaya da hazırım. Hemen her şey geldi başıma, tutku da umutsuzluk da. Şimdi sadece olabileceğim ama hiçbir zaman olmadığım şey olmak istiyorum.” (Clairce Lispector)
Kedilere, arılara, kelimelere şükran ve minnetle. (MK/HK)
Alıntılar:
- Kobo Abe, Kumların Kadını, Japoncadan Çeviren: Barış Bayıksel, Monokl Yayınları, 2017.
- Clarice Lispector, Yıldızın Saati, Portekizceden Çeviren: Başak Bingöl Yüce, Monokl Yayınları, 2016.
- Barbara Cassin, Nostalji / İnsan Ne Zaman Evindedir? Odysseus, Aeneas, Arendt, Türkçesi: Seçil Kıvrak, Kolektif Kitap, 2018.
- Pier Vittorio Aureli, Az Yeterlidir / Mimarlık ve Asketizm Üzerine, İngilizceden Çeviren: Baran Bilir, Lemis Yayıncılık, 2016.
* Fotoğraf: J. Ravas