* Fotoğraf: Çiçek Tahaoğlu, 7. Trans Onur Yürüyüşü, 19 Haziran 2016, İstanbul.
Geçtiğimiz yıl yapılacak olan 7. Trans Onur Yürüyüşü ve 14. Onur Yürüyüşü İstanbul Valiliğinden yapılan açıklamayla yasaklanmış; sivil toplum kuruluşlarının, aydınların, siyasi partilerin ve özgürlükçü çevrelerin tüm çağrılarına rağmen yasak kaldırılmamıştı.
İstanbul Valiliğinin bu illegal kararına rağmen LGBTİ+'lar “Valiliğin yasak kararını tanımıyoruz. Vasip Şahin'i anayasaya uygun davranmaya davet ediyoruz' ve 'Dağılıyoruz” diyerek birer hafta arayla Beyoğlu'nun bütün ara sokaklarını Stonewall'a çevirmişlerdi.
TIKLAYIN - "26 HAZİRAN'DA YÜRÜMÜYORUZ, İSTİKLAL CADDESİ’NİN HER KÖŞESİNE DAĞILIYORUZ"
Yıllardır barışçıl çerçevede gerçekleştirilen onur yürüyüşleri iki yıldır Ramazan hassasiyeti bahanesi ile yasaklanırken geçtiğimiz yıl getirilen yasak karanlık bir sürecin başlayacağının habercisiydi adeta. Nitekim uzun süredir kullanılmayan sivil unsurlar, onur yürüyüşü ile ortaya çıkmış ve birçok yurttaş gün boyu süren saldırılarda yaralanarak hastanelere taşınmıştı.
Kolluk kuvvetleri ve sivil saldırganların bu açık birliği sürecin keskinleşeceğini, insan haklarının, evrensel kuralların ve bir arada yaşama dair tüm kurguların yasaklanacağını gösterdi ve nitekim hala göstermeye devam ediyor. Bu tarz dönemlerin en görünmez mağduru ise yine ne LGBTİ+ toplumu oluyor.
Toplumsal yaşamın durgun bir seyir izlediği dönemlerde bile şiddet pratiğini yoğun olarak deneyimleyenler; iktidar hırsının ayyuka çıktığı ve bu hırs uğruna toplumsal yaşamın çeşitli kamplara bölündüğü dönemlerde katlanmaz bir hal alıyor. 80 cuntası, 90'larda yaşanan 'Hortum Süleyman' pratiği ve milenyum çağı olarak adlandırılan 2000’li yılların yoğun nefret cinayetleri beraberinde bir mücadele deneyimini de biriktirdi. Geldiğimiz noktaya baktığımızda ise politikleşmiş ve kitleselleşmiş bir hareket görüyoruz.
İktidarın 15 yıllık serüvenini incelediğimizde politikleşmiş hareketlerin tasfiye edilmesi için birçok politikanın devreye sokulduğunu görebiliriz. Düzmece iddianameler, çöken davalar, kitlesel tutuklamalar, işlevsizleştirilmeye çalışılan kurumlar, şiddetin hedefi olan sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler ve aydınlar ile karşı karşıya kalıyoruz.
LGBTİ+ Onur Haftalarına yönelik planlı saldırıların tek sebebi ise politikleşen ve söz üreten bir yerde durması. Bugün bir bütün olarak onur haftalarının temalarına bakmak dahi iktidarın bu baskıcı politikasının kaynağını gösteriyor (Son üç yılın temaları; Bize Bir Yasa Lazım, Faili Devlet, Direniş ve Barış). Fakat bizler biliyoruz ki baskı, zulüm ve zorbalıkla iktidarlar ayakta kalabilseydi 'Nazizm' yıkılmazdı.
TIKLAYIN - İHD VE İSTANBUL LGBTİ'DEN ONUR YÜRÜYÜŞLERİNİ TEHDİT EDENLERE SUÇ DUYURUSU
Tüm bu verileri göz önünde bulundurduğumuzda hazırlanan iddianame bizleri ziyadesi ile şaşırttı. Yeterli mi? Tabii ki değil?
Geçen yıl İnsan Hakları Derneği ile yaptığımız suç duyurusunda kişileri değil, adına konuştukları kurumları şikayet ettik. Üşenmedik savcılığın yerine suç unsuru olan yazıları, öldürme çağrılarını ve açıklamaları da derleyip toparladık ve kendilerine ilettik. Bu çabamıza rağmen tüm sorumlular yargı sürecine dahil edilmedi. Tıpkı Hrant Dink'in katledilmesinde olduğu gibi tetikçilerin üzerinden gidecek olan bir dava sürecini yaşayacağız.
Demokrasi mücadelesinin önemli bir parçası olan LGBTİ+'lar olarak hiç bir zaman yakın geçmişi “mafyacılık oynamakla” geçmiş olan Kürşat Mican gibi unsurları önemsemedik. Bu tarz şahıslarla uğraşmak deyim yerindeyse bataklıkta sinek avlamaya benzer. Bizler bataklığı kurutacak birikime ve geleneğe sahibiz. Mican gibiler bir sebep değil, bu düzenin sonucudur.
Evrensel insan haklarının ve hukukun üstün olduğu toplumlarda yargının yapması gereken suçu oluşturan unsurları bir bütün olarak değerlendirmektir. Yıllardır barışçıl bir şekilde gerçekleşen yürüyüşü yasaklayan valiliğin, onlarca yurttaşı yaralayan ve gözaltına alan kolluğun, katliam çağrısı yapan kurumların iddianamede yer alması hukuka uygun olandır. Ve hazırlanan iddianameye yaralanan her bir yurttaşın, LGBTİ+’ları temsil eden sivil toplumun da dahil edilmesi gerekirdi. Her ne kadar savcılık dilekçelerimizi temsil ettiğimiz kurumlar değil, kişiler üzerinden almış olsa da mahkeme heyetine ileteceğimiz beyanlar geniş topluluklar adına olacak.
Bizim nazarımızda yargılanacak olan Kürşat Mican değildir. Yargılanacak olan tekçi, faşist ve gerici algıdır. Bu sebeple bu dava sadece LGBTİ+'ların değil baskı altına alınmaya çalışılan milyonların davasıdır.
Bir arada yaşamı, eşitliği, özgürlüğü, adaleti savunan herkesi 18 Mayıs Perşembe günü saat 13.45'te Kartal Adliyesi 44. Asliye Ceza Mahkemesine bekliyoruz.
Unutmayalım! Faşizm öldürür, dayanışma yaşatır! (KA/ÇT)