8 Mart haftasını geride bırakırken hareketin bir şekilde parçası olan herkes tekrar eden ve aynı kısır döngü içerisine hapsolan tartışmalara şahitlik etti. Trans feminizmin ufuk açan çehresi her zamankinden daha elzem bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkarken, yazının var olan tartışmaların güncellenmesine vesile olacağına inanıyorum.
İkili cinsiyet rejiminin yarattığı cehennemden bir bütün olarak kurtulmamızı sağlayacak olan kendi alternatif alanlarımızda yarattığımız normları yıkmaktan dolayısıyla karar mercii olarak beyan karşıtı politikayı bırakmamızdan geçiyor. Bu da trans feminizmin zihinleri özgür kılan politikaları ile mümkün.
Gece yürüyüşünün örgütlenmesi sürecinde yer alan ya da bir şekliyle feminist hareketi takip edenlerin tartışmalara hakim olduğunu bildiğimden dolayı ‘beyan karşıtı’ politikayı daha geniş okuyucu çevreleri için açmak gerektiği kanısındayım:
Yıllardır gece yürüyüşünde tekrar eden ve sonuç alınamayan ve aslında bir biçimi ile şiddet olarak tanımlanmayı gerektiren bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. İkili cinsiyetin, yani baktığımız zaman ‘normatif kadın’ olarak tanımlayabileceğimiz kişiler dışında kalanlara yönelik kortejden çıkarma girişimleri kendini tekrar eden ve yürüyüş sonrası masa başı tartışmalardan öteye gitmeyen bir gerçeklik olarak varlığını devam ettiriyor. Yani cis kadın ve trans kadınlar dışında (tabii her trans kadın değil, normatif kadın algısına uyduğu düşünülenler) kalan herkese yönelen ve kortejden zorla çıkarılmaya kadar varan bir süreç yaşanıyor. Ve bu süreç onlarca kişinin arasında ciddi tartışmalara ve ithamlara kadar uzanan bir seyir izliyor.
Bu seyir, kişinin benliğinde ciddi sorunlara yol açabiliyor. Kişinin bedensel bütünlüğü, onlarca gözün şahitliğinde korkunç bir sözlü şiddetle darmadağın ediliyor ve bu eylem kişiyi kortejden çıkarana dek sürüyor. Tam da bu noktada ikili cinsiyet rejiminin yarattığı cehennemin farklı varyasyonlara nasıl hayat bulduğuna şahitlik ediyoruz. Ve bu cehennemden topyekün kurtuluşa yalnızca trans feminizmin toplumsal cinsiyet algısının rehberlik edebileceğini görüyoruz.
Nasıl mı?
Üreme organlarımıza bakarak atanan ve bir bütün olarak kamuyu örgütleyen cinsiyet rejimi, yaşama dair her bir şeyi kadın ve erkek ikiliği üzerinden örgütlüyor. Bu öyle bir örgütlenme halidir ki devlet denilen aygıtın tüm kademelerinden, dinsel inanç sistemlerine, aile kurumundan kamusal hizmet sunumuna kadar her olgu bu sistemin devamlılığına hizmet edecek şekilde kendini güncelleyerek ilerliyor. Fakat bu güncelleme, günü yakalayan, günün ihtiyaçlarına cevap olan ya da bir arada eşit yaşamı var etmeye çalışan bir güncelleme hali olmaktan ziyade ikili cinsiyet rejiminin kodlarını zamanın sonsuzluğunda canlı kılmaya çalışan bir eylem olarak tekrarlanıyor.
Sistem, en nihayetinde eril egemenliği sürekli kılmaya çalışırken, feminizm bu egemenliği darbeleyen, eşitlenme mücadelesinin önemli bir öznesi olarak tüm dünyada ve toplumlarda önemli gelişmelerin yaşanmasına vesile olmuş, bilimden sanata kadar her alanı erkeğin tekelinden çıkarılmasına olanak sağlayan bir düşün dünyası yaratmayı mümkün kılmıştır. Sürekli çeşitlenen ve önemli tartışmalarla büyüyen feminizm, çeşitlenirken karşımıza sıklıkla duyduğumuz o soruyu çıkarmıştır.
Hangi feminizm?
Çok basit bir soru gibi görünse de irdelediğiniz zaman birçok feminist akımın, kadın/erkek eşitliği temelli pratikle, eril algı içinde debelenip durduğu gerçeği ile yüz yüze kalıyorsunuz. Patriyarkanın dayattığı makul kadın profili ile gece yürüyüşünün öznesi olan birçok feminist kişi ve topluluğun bazı katılımcılara yönelik ‘erkeksin’ ithamı aynı kültüre hizmet eden bir yerde duruyor.
Ağır bir itham olduğu doğrudur ama ne yazık ki yaşanan ‘erkekler giremez’ tartışması en nihayetinde her gün 3 kadının öldürülmesine, trans kadınların katledilmesine ve cinsel şiddetin bin bir türlü haline hizmet ediyor. Dolaylı bile olsa.
Bu iddiayı biraz daha açmak isterim. Toplumsal yaşamın örgütlenmesi ve modern insanın binlerce yıllık tarihi bir bütün olarak kadının erkeklik karşısındaki hazin yenilgisinin bir toplamı olarak günümüze kadar geldi. Son yüz yıllık zaman dilimi içerisinde ciddi kazanımlar elde ettiğini gözlemlediğimiz kadınlar, ilk çağların köleci toplumlarından, orta çağın feodal derebeyliklerine, yeni çağın sömürgeci düzeninden, yakın çağın küresel vahşetine dek, çeşitli beden politikaları sayesinde günümüze kadar gelebildi. Düşününki koca 45 bin yılın son yüz yılında haklar bağlamında kazanım elde edilebildi. Ve hala kadınların aileden bir erkek olmaksızın sokağa çıkamadığına şahitlik edebiliyoruz. Kısacı modern insanın tarihi hep varolagelen bir beden denetimi/politikası ile kadınları çember içinde tutmayı başarabildi.
Feminist hareketin önemli bir kesimine yönelttiğim bu ağır ithamı ikinci bir “Nasıl mı?” sorusu ile açmaya çalışayım.
Kadınlara, nasıl kadın olacağını öğreten eril algı en basit tabir ile belirli normlar yaratıyor. Norma uymayanlar “makul olmayan” olarak kodlanırken şiddetin bin bir türlü çeşidi kişilere armağan ediliyor.
Mesela; geceleri dışarı çıkan, dışarıda (baba ve koca evi dışında) yatıp kalkan, karşı söz söyleyen, alkol tüketen, uyuşturucu kullanan, evlenmiş olmasına rağmen başka erkeklerle arkadaşlık ilişkisi kurmaya devam eden, evlilik/üreme dışı cinsel performans sergileyen kadın, makul değildir.
Ve fakat bu saydıklarımız erkekliğin yarattığı tek norm değildir. Normun milyon çeşit hali vardır. Kimi toplulukların makul olmayanı kodladıkları bu sıfatlar bir başka toplulukta “katli vacip” olarak kodlanmanızı sağlayabilir. Yine “makul olmayan” daha başka sıfatlar ile sıralanabilir.
Başı kapalı olan başı açık olana göre norm içinde kodlanabilirken, bir başka topluluğun ürettiği normda kara çarşaf, pardösüye göre norm içi görülebilir. Evden çıkmayan, otomatiğe bağlanmış bir şekilde üreyen ve bu zorlu üreme/gebelik eylemi ile birlikte ibadet, temizlik, yemek ve cinsel hizmet dahil olmak üzere tam pansiyon köleliği norm olarak gören ve bunu her birimizin yaşamına dayatan bir norm görmeniz de pek mümkündür.
Feminist hareket yıllardır kadına biçilen bu rolü parçalayadursun en nihayetinde çoğunluğu (LGBTİ+ hareketi ile dirsek teması olan çevreleri dışında tutarak/ ki bunların içinde bile aynı tutuma sahip birçok örnekle karşılaşabiliyoruz) aslında aynı rejimin çukurunu derinleştirmeye hizmet eder. Çünkü çoğu atanmış cinsiyete eşitlik ister; norma en yakın trans görünürlüğünü kabul eder. Yani ‘İkili Cinsiyet Rejimi’nin’ yarattığı sistem içinde eşitlenmeyi savunur. Dolayısıyla ikili cinsiyetin dışında kendini tarifleyenlerin eşitlik hakkını ya ileri bir tarihe erteler ya da kabul etmez. Kabul edilmeyen, makbul olmayandır. Makbul olmayan ise her daim hedeftir.
Bu algıda bir karar mercii vardır ve bu merci kadınlık ve erkeklik mefhumu üzerine aynı şeyi tekrar edip durur. BEYAN KABUL ETMEZ. Sadece beyanatta bulunur. Uyup uymamak size kalır. Ve uysanız da uymasanız da maruz bırakılacağınız şeyler nettir.
Toplumsal cinsiyet dediğimiz şey baş döndüren bir uçurumdur. Ve ikili cinsiyet rejimi bu uçurumu derinleştirmeye hizmet eder. Dolayısıyla bu tartışmaları üreten feminist algı yıkmaya değil, eşitlenmeye çalışır.
Oysa ki trans feminizm cinsiyeti yalnızca kadın ve erkek olarak kodlamaz. Bu yönelimi ise tamamıyla farklı bir feminizm modellemesi önümüze koyar. Anadolu’da söylenen “bozuk düzende sağlam çark olmaz” sözü tam da feminizmin yaşadığı bu sorunsalı özetler. Cinsiyeti kadın ve erkek olarak kodladığınız bir feminizmde en büyük vaadiniz kimlik eşitleme gibi bir reformcu vaat olur. Ezeni yok etmediğiniz gibi ezileni yaratan normu korumaya devam edersiniz. Normu koruduğumuz sürece biçim değişebilir ama öz aynı kalır. Eşitsizlik azalır ama yok olmaz. Baskı azalır ama yok olmaz. Şiddet azalır ama kaynağı yok olmaz. Ve yeri geldiğinde, şartlar el verdiğinde o kaynaktan gürül gürül kötülük akar. Normun sınırlarını keskinleştirir, hacmini büyütür. Güzel olan ne varsa bir bir yutar. Özcesi alanı kapsar ve siz, sil baştan başlamak durumunda kalırsınız her şeye.
İkili cinsiyeti temel alarak ya da en iyi haliyle görünür trans kimliklere olur verebilen feminist politikanın, bu algıyı getirebileceği en üst nokta cisgender/transgender ayrımı yapmamak olabilir.
Sorunun özü, mücadeleyi başlatmamıza vesile olan tanımlamalarımızda yatıyor. Politika üretim merkezimiz olan, ikili cinsiyet tanımlamamızı hedefe alan bir savaşı başlatmadığımız sürece zihnimizde devrim yaratacak bir depreme vesile olamayız. Bahsettiğimiz bozuk düzen düşünsel dünyamıza rengini veren kodlardır. Zihinlerimizde yarattığımız kodlar var olduğu sürece üretime vesile olan çarklar kırılmaya mahkumdur. Kadın ve erkek kodlamalarınız varolduğu sürece eşitleme çabalarınız sadece kırılan dişliyi tamir etmeye yarar. Ama tamir ettiğiniz bu diş, ağırlık merkezi olan çark ile bir bütünsellik yakalayamaz. Çünkü çatlak vardır. Çatlak yarattığınız kadın ve erkek algısıdır. İlk tamir anı bir rahatlama sağlayacaktır. Yarattığı devinim sizi mutlu edecektir. Ama devinim devam edip arttıkça dişli ile ağırlık merkezi arasındaki çatlak derinleşecek ve en nihayetinde dişli atacak ve her şey sil baştan başlayacaktır.
Her yıl 8 Mart vesilesi ile bu işi görev edinen feministlerin bazı katılımcılara yönelik erkeksin dayatması ağır bir şiddet biçimidir. Şiddetin kamusal alana bu kadar rahat taşınabilmesi ve katılımcıların şiddet karşısında bırakıldığı yalnızlık ise eril şiddetin başkalaşarak nasıl kitlesel bir kabule dönüşebildiğini göstermesi açısından önemlidir. Bu kısır döngüyü kırabilmenin tek yolu tüm kötülüklerin kaynağı olan ikili cinsiyet rejiminin kodlarından kurtulmaktır.
Evet, tabela son çıkışı gösterirken, İkili Cinsiyet Rejimin gizli çukuruna düşmek istemeyenlere o çıkışın transfeminizm olduğunu hatırlatmak isterim. Bu hatırlatmanın üzerine yazımı trans seks işçisi Selay Su’ya ait bir mülakattan alıntı ile bitirmek istiyorum. Zihinlerimizi açması dileğiyle,
“Cinsiyet kimliğimi nasıl tanımlarım? Ben, kadınım. Penisim 5 tane de olsa. Arkamda da olsa o penisler, on tane de fazla olsa ben kadınım. Yani cinsellikte bir erkeği de becersem yatağımda ben yine kadınım. Kadınım! Aktif bir kadınım…
“… Kadınlık yani vajinayla, penisle, erkeklik; penisle, bilmem kıllarla, burunla, saçla, gakkoş ayakkabılarla olmuyor. Beyinle alakalı bir şey! Akılla alakalı bir şey! İnsan ne hissediyorsa, kişi kendini nasıl tanımlıyorsa, o onun kimliğidir. Bitmiştir!” (KA/ÇT)