İnsan bir ağlar, bir güler. İnsan kederiyle eninde sonunda baş başa kalacağını bilir. Bilir de önce feryat eder sonra susar. İçine düşen kor bundan böyle etrafındakileri değil sadece onu yakar. Zaman da buna bir "örtü" ile refakat eder. Boğazına kadar dolduğun vakit o örtünün altındaki yerini alasın, diye. Zamanını kaybeden acı bekleyiş ise çırılçıplaktır. Hangi acıyla örtüneceğini bilmeden bir bekleyişe hapsolmak ve o bekleyişe tutunarak yürek tetikte yaşamak...
"Öldü" demek, "Doğdu" da demektir aynı zamanda. Ya "Öldü" diyememek? Öylece yüreği sıkıştıran bir "unutuşa" zorlanmak nasıl bir duygudur? "O hiç yaşamadı"ya alışmak, anne-baba için "ihanet"in kapısında yaşamak değil midir? Kaybettikleri yakınlarının yüzünü kara çıkarmamak için, "Elden ne gelir?" çaresizliğine boyun eğmemek için ve en çok da "ihanet" etmekten korktukları için 300'ü deviren haftalar boyunca, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde buluşan kayıp yakınlarının istekleri, geçiştirilebilir mi dersiniz?
Değişen hükümetlerin "Bizim zamanımızda olmadı"demekle yetinmeleri, üstüne üstlük kayıplara kayıplar eklemeleri bir devlet ve hatta bir medeniyet icadı olarak neredeyse yüz yıllardır uygulanan bir savaş tekniği.
İlk olarak yerlilere uygulanan bu yöntemin "geliştiricisi" ise Arjantin'deki askeri cunta döneminin başkanı, General Videla. 30 bin kişiyi "kaybeden" Arjantin cuntasının bu uygulaması tarihe "Arjantin ölümü" olarak geçmişti.
Dersim'in ve Arjantin'in çocukları
1976-1983 yılları arasında egemen olan askeri diktatörlüğün kullandığı bu yöntem, insanların çeşitli işkencelerden geçtikten sonra uyuşturulmuş halde askeri kargo uçaklarına "yüklenerek", okyanusun ortasına (1) atılmasından ibaret değil sadece."Ölüm uçuşları"nda kaybedilen insanların çocukları da bir tür savaş ganimeti olarak, çocukları olmayan subaylara dağıtılmıştı.
Kaderleri, Dersim Harekâtı'ndan sonra paylaşılan çocukların kaderi ile ne kadar da benzer... Yalnız bu benzerliğin akıbeti, 1983'teki askeri diktatörlüğün seçimle değişmesinden sonra göreceli farklılaşmıştı.
Arjantin'de Devlet Başkanı Raul Alfonsin, seçim kampanyası boyunca dillendirdiği "adalet" vaadini CONADEP (Kayıp Kişiler Ulusal Komisyonu) ile yerine getirdi. Başkanlığını Ernesto Sabato'nun yaptığı komisyonun çalışmaları, bugün Türkiye'de yapılması gerekenler için de bir kılavuz adeta.
"Komisyon personeli; hapishaneleri, gizli mezarlıkları, emniyet binalarını teftiş etti; cunta döneminde ülkeyi terk etmek zorunda kalmış kişileri tanıklık yapmak üzere ülkeye davet etti, bu davete uyarak gelenleri dinledi, gelmeyenlerin bulundukları ülkelerdeki Arjantin elçilik ve konsolosluklarında ifade vermelerini sağladı. Komisyonca alınan, iki saatlik etkili bir tanık ifadesinin özeti ulusal televizyonda gösterildi. Komisyon, düzenli basın açıklamaları yaptı, hala hayatta olabilecek kişilerin yerlerini tespit edebilmek amacıyla, kayıp aileleriyle yakın çalışma yürüttü." (2)
Bu çalışmanın raporu, "Nunca Mas" (Bir Daha Asla!) adı ile tarihe geçti. Komisyon hukuksal boyutta adaleti tecelli ettiremese de konuyu bu sürece taşıyabilmesi bakımından önemli.
Hakikat Komisyonları'ndan korkmaya hacet yok
Hakikat ile hiç işi olmayan Türkiye ise "Hakikat Komisyonları" ile hiç yüz göz olmadı. Kurulan kimi komisyonların ahvalini Sırrı Süreyya Önder özetledi geçen haftalarda: "Bizde devletin zülfü yârine dokunacak işler hep komisyonlara havale edilir ve bugüne kadar, sonuç alabilmiş bir komisyon görülmemiştir."
Ayıp olmasın, yekten manasız değillerdir. Evraklar, bürokratik prosedürler, "çok gizli" (!) "gizli dosya" takasları, bir ileri - üç geri "olay mahalli" gezintileri... Bir nevi "dostlar iz peşinde görsün" yani... Hani neredeyse yalan var, kuyruklu yalan var, bir de komisyonlar var diyeceğim. Bir taraftan da "yalanın bacakları kısa olur" derler. Ama eli yüzü düzgün "inkârların" bacak uzunluğu bu kusuru ikame eder, ediyor.
Mukayeseli ilerleyemeye devam edelim.
General Videla, 1985'de ömür boyu hapis cezası alsa da "bazı gerekçeler" imdadına yetişmişti. Ulusal komisyondan çıkan sonuçlar bile 1986'da yürürlüğe giren "Son Nokta Kanunu"nun, çeşitli yargılamaların önünü kapatmasına engel olamamıştı. Bu kanun "yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 60 gün içinde dava açılmaması halinde, askeri yönetim mensuplarına karşı bir daha dava açılamayacağını" öngörüyordu. Bunun dışında "emre itaatten kaynaklanan zaruret hali"ni cezasızlık nedeni sayan bu kanun, birçok subaya karşı dava yolunu kapatmıştı. İzleyen altı ay içinde askeri diktatörlük dönemindeki insan hakları ihlallerinden dolayı yargılanan subayların sayısı 370'ten 40 civarına indi." (3)
Videla, 1990'da Devlet Başkanı Carlos Menem'in çıkarttığı af yasası ile bir kez daha kurtulmuş olsa da 2010'da yapılan yargılamalardan kurtulamadı. Geç gelen adalet, 85 yaşındaki Videla'nın gözünün yaşına bakmadı. Onunla birlikte askeri cunta döneminin 12 görevlisi daha müebbet hapis cezasına mahkûm oldu.
Haddim değil ama görüyorsunuz ki, Hakikat Komisyonlarından korkmak gereksiz bir vehme kapılmaktır. Çıkartırsınız bir yasa, ne apoletliler ne kod adlılar ne ağır ağabeyler ne de lacivert kravatlılar etkilenir, hukukun sözde "yüz tanımaz, kıdem bilmez" adaletinden. Ya da Şili demokrasisinin, General Augusto Pinochet'e yaptığı güzellik gibi, 300 davadan "ihtiyarlık bunaması" sebebiyle sıvışırlar. (Tüm bunlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki 12 Eylül cuntasının ileri gelenleri için telaşlanmaya lüzum yoktur. "Yargılama" gibi vaatleri seçim arifelerine bırakmak yeterlidir.) Hep bir ağızdan söyleyelim şimdi: "Demokrasilerde çareler tükenmez."
Pratikte siyaset, hızlı bir adaptasyonu şart koşar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumartesi Anneleri'ni kabulü, bunun beş yıldızlı örneğidir. Hatırlarsanız, 1997'deki albümünün kapağına Fehim Tosun'un fotoğrafını koyan U2 grubunun, 2010'da bir konser için Türkiye'ye gelmesi vesilesiyle "kayıplar" ve "Cumartesi Anneleri" kısa bir süre için de olsa gündeme taşınmıştı. Gene o dönem Başbakan Erdoğan, "Onlar kim, ne yapıyorlar, sadece oturuyorlar, arkalarında kimler var biliyor musunuz?" demişti.
Bundan sonra yorum yapmak kelime israfı; -Burada kişiden çok siyasetin kendisine odaklanınız- Bitlis'te ortaya çıkan toplu mezarlara gelişigüzel dalan kepçeleri seyreden bir kayıp yakınının yaşadığı zulümden utanmak ise herkesin boynunun borcu. Özellikle de "Bizim zamanımızda olmadı" deyiveren devlet yetkililerinin...
Köylerin üstüne boşaltılan mermiler, "yanlışlıkla" vurulan çocuklar, "terörist" olma ihtimaliyle kurşunlanan köylüler bu toprakların geçmişi, bugünü. Öldürülen eşinin bağırsaklarını elleriyle içeri sokan, belindeki puşiyle bağlayan Leyla Aybi için geçmişi, geçmişte bırakmak zor. Bunun üstüne suçluların hala cezalandırılmamış olması kolay kaldırılabilecek bir şey değil.
General Videla'nın "Kayıplar, kayıplardır. Ne yaşıyorlar ne de ölüler, kayıplar" ifadesindeki arsızlık, bu topraklarda karşılaştığımız tutumdan farklı değil. İstenilen "bari acıya erişebilmek"tir. Zaman, örtüsü ile onlara refakat etsin diye, veda edebilsinler diye ve bir Cumartesi Annesi'nin dediği gibi "gidebilecekleri bir mezar taşı olsun" diye. Çok mu? (FG/BB)
* Nunca Mas: Bir daha asla
1- Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma "Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne", İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s. 218
2- Sancar, s. 218-219
3- Ruth Fuchs'tan aktaran Sancar, s. 221