"Bekçi köpeği" [watch dog] işlevi taşıyan medya, yasama-yürütme-yargının yani üç kuvvetin kamu adına eleştirilmesi hatta denetlenmesi amacıyla dördüncü kuvvet olarak ortaya çıkmıştır. Fakat özellikle 1980'lerin neo-liberal politikalarıyla birlikte medya patronlarının kişisel çıkarlarının yön vermeye başladığı bir ortamda medya bu işlevini kaybetmeye başladı.
Tabii bundan medya patronlarının tek bir aktör olduğu sonucuna varmak yanlış olur. Devletin ideolojik aygıtı olarak medya, egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve meşrulaşması ve rızanın üretimi için çalışır.
Günümüz demokrasilerinde, artık yurttaşların hak ve taleplerini dikkate almayan, tüm siyasal, ekonomik ve kültürel taleplerin kamusal alanda temsil edilmesini sağlamayan bir medya sistemi kabul edilebilir değil. Gazetecilerin kamuya karşı olan sosyal sorumlulukları, her türlü başka sorumluluktan, özellikle de işverenleri ve kamu yetkililerine karşı sorumluluklarından önce gelir. Bu bağlamda medyanın sivil toplum dinamiklerinin gelişimine ve toplumda yatay iletişimi gerçekleştirmeye yönelik olarak üstleneceği en önemli rol, "iktidarların resmî ideolojisine" alet olmamaktır.
Medya iktidar mekanizmaları ile uzlaşı içinde olduğu, çıkar birliği sağlamayı amaçladığı, toplumsal gerilimi önlemeye çalıştığı durumlarda, bilinçli ya da bilinçsiz, doğrudan ya da dolaylı olarak iktidarın amaçlarına hizmet ediyor. Bu konuda iktidarın temel amaçlarından birisi, uygulanan politikaların yol açtığı mevcut duruma, ortama ve müsebbiplerine karşı toplumsal rıza gösterilmesini sağlamakla sınırlı kalıyor. Medya, iktidarların söylemi doğrultusunda gündemi yönlendirme, bunalım konularını yaygınlaştırma, toplumu siyasal konulardan uzaklaştırma yani siya- setsizleştirerek kayıtsızlaştırma, konuyla ilgili bilgilerden yoksun bırakma, mevcut durumu normal kaçınılmaz şartlar olarak sunma, toplumsal umudu söndürme, iktidar ve politikalarının alternatifsizliği- ni vurgulama, muhtemel sivil itaatsizlik girişimlerini engelleme amacına uygun bir basın yayın politikası benimseyebiliyor.
İktidar, kitle iletişim araçları üzerinden, kamusal tartışmaların çerçevesini ve gündemini belirleyerek, bu konuları kamu gündemine taşıma veya ondan uzaklaştırma yeteneğine sahiptir. Yurttaşlar arasındaki bunalım duygusunu kolektifleştirerek ve bunalımın tedavisi için sıkı önlemler alınması gerektiği yolundaki resmî iddiaları yayarak, örtük bunalımın açık bunalım haline dönüştürülmesinde de etkilidir. Siyasal iktidar, kitle iletişim araçları üzerinden statükoya alternatif olabilecek her türlü yapılanmanın önünü keser. Bu nedenle de kitle iletişim araçları siyasal kayıtsızlığın en önemli besleyicileri olarak karşımıza çıkar. Yani, kamusal senaryonun siyasetsizleştirme / kayıtsızlaştırma etkisiyle, Baudrillard'ın vurguladığı gibi, politik tutkular yerini siyasi tiksinmeye bıraktı. Böylece, birey giderek inisiyatifini kaybetti, siyasi ve ekonomik konulara ilişkin kamusal alanın arkasındaki gerçeklerden de uzak kalmaya başladı. Enformasyon üretilerek değil, yok edilerek sisteme rıza yaratılıp meşruiyet sağlanır. Kitle iletişim araçları, haber görüntüsü altında bilgisizleştirici haberler sunmaktadır. Bunun için, kitle iletişim araçlarında siyasal konulara ilişkin bilgiler her geçen gün daha azalmakta, iktidar otoritesini zedelemeyecek bilgileri vermekte ise cömert davranılmaktadır. Diğer yandan, siyasal sistemin "bekçilik" rolü haberlere verildiğinden sivil itiraz, protesto girişimleri ve benzeri sivil itaatsizlik girişimleri iletişim araçlarının süzgecinden geçirilir ve olaya karışanlar kızgın kalabalıklar şeklinde gösterilerek toplum vicdanına havale edilir. İktidarın ekonomik uygulamalarına yapılan protestolar kitle iletişim araçlarında çoğunlukla haksız bir eylem olarak gösterilip hükümetin haklılığı vurgulanır.
Louis Althusser tarafından devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak tanımlanan, Gramsci'nin ise hegemonyanın kurulması için sürekli rıza üretiminde en önemli araçlardan biri olarak değerlendirdiği medya, "egemen ideoloji"yi yeniden kurma görevini yerine getirir. Egemen söylemler haberin söyleminde doğallaş- tırılarak sunulurken, statükoyu tehdit edebilecek açıklamalar dışlanır. Medyadaki söylem, iktidarların söylemini yeniden üretirken hangi kaynakların kullanılacağına, hangi aktörlerin kamuya sunulacağına, haber başlıklarının seçimine, ne söyleneceğine ve özellikle de nasıl söyleneceğine karar verilerek oluşturulur. Kaynaklarla bağlantılar, haberin üslubu, nasıl sunulduğu, hangi alıntıların yapıldığı, egemen başlıkların neler olduğu, metinde ne gibi çağrışımların üretildiği, haberdeki anlamı ve ideolojiyi oluşturan söylemin unsurları olarak işlev görür.
Türkiye'de medyanın durumuna bakıldığında aslında sansürün çok da yeni bir şey olmadığını, Osmanlı'dan beri sansür uygulamalarının mevcut olduğunu görüyoruz. Türkiye'deki esas sorun; sendikasızlaştırılmış örgütsüz medyanın öz-denetim (oto-kontrol) mekanizmasını da iyi çalıştıramaması ve sansürün yanı sıra içselleştirilmiş, neredeyse gönüllü bir oto-sansürün varlığıdır. Medyanın belli bir ideolojik çerçeve ve/veya kişisel çıkarlar doğrultusunda bazı haberleri yayımlamama, eksik ya da çarpıtarak yayımlama yoluna başvurarak kamunun bilgi edinme hakkını ihlal ettiğini görüyoruz. Devletin ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini yaratırken, toplumsal bağlamdan kopuk şekilde hem örtük hem açık biçimde ırkçılık, etnik önyargı, zenofobi (yabancı korkusu-nefreti), antisemitizm gibi kavramlar üzerinden nefreti yeniden ürettiğini ya da pompaladığını biliyoruz. Medya, olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak "ötekileştirdiği" ve "hedef" haline getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici "potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler" gibi sunarak, toplumdaki "öteki" gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu grupların kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar. Bu durum, bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi, diğer yandan, nefret söylemi üreten gruba güç ve önem atfetmesi açısından oldukça zararlıdır. Söylenenlerden çok söylenmeyenler, normal, rasyonel ve mantıklı görünenler, nefret söyleminin teşhisini zorlaştırırlar. Medyada biz-onlar, güçlü-güçsüz ayrımı ve ötekileştirme ziyadesiyle mevcut. Medya ötekileştirdiği grubun insani değerini inkâr ederek onlara uygulanan şiddet ve aşağılayıcı davranışları meşrulaştırabi- liyor. Birtakım tanımlamalar, ölçüler, öngörüler üzerinden hareket ediyor. Halbuki TGC'nin "Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi"nde şöyle deniyor;
"Gazeteci başta barış, demokrasi, insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arası nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türlü şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz."
1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi nefret söylemiyle ilgili bir tavsiye kararı aldı. Bu kararda nefret söylemi şöyle tanımlanmıştır: "Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı, antisemitizm veya hoşgörüsüzlük ifade eden saldırgan milliyetçilik de dâhil olmak üzere, hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimidir."
Kendini her zaman kin ve öfke dolu ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta zaman zaman gayet normal ve mantıklı göründüğü için nefret söylemini teşhis etmek kolay olmayabilir. Nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası olan, nefret suçunun önünü açan, onu teşvik eden, tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün dışa vurumu olan nefret söyleminde, hedef alınan gruplara "toplumda size yer yok" mesajı yinelenerek verilir; grup üyeleri pasifleştirilir. Bu durum doğal olarak demokratik düzeni yıpratır; zira insanın en temel hakkı olan "yaşama ve katılım hakkı" elinden alınmış olur.
Bu bölümde; ayrımcı bir dil kullanan dolayısıyla doğal olarak ötekileştirme içeren, var olan bir durumu genelleştirerek toplumun genel kabulü, değiştirilemez doğrusuymuş gibi sunan veya nefret söylemi içeren haber örneklerine bir göz atalım. Özel olarak haberler üzerinden gidecek olursak:
Edirne'deki kadın heykelini "başörtüsünü başından atan kadın heykeli" olarak yorumlayan Milli Gazete'de yayımlanan haberde bir miktar nefret söylemi olduğu ifade edilebilir; heykeli yapan ve savunan insanlar "yobazlıkla" suçlanmaktadır. Yine haberde kullanılan "milli manevi değerlerimiz" söylemi son derece dışlayıcıdır.
Edirne denilince akla Osmanlı ve Selimiye başta olmak üzere önemli mimari özelliklere sahip manevi mekânlar gelirken yapılan bu sapkın ve ahlaksız erotik heykel insanları derinden yaralıyor. Yapılan bu ahlaksız faaliyetler 'Cumhuriyeti böyle mi kurduk?' sorusunu akla getiriyor. Sözde çağdaşlık kisvesi altında yapılan bu bağnaz ve ahlaksız heykele inançlı yaşayan insanlar, 'Edirne'yi düşmanlardan kurtaranlar, çağdaş ve çıplak kadınlar değildi, Edirne'yi müdafaa edenler imanlı, inançlı ve ahlaklı kadınlardı' diyerek tepki gösterdiler" ifadesi ciddi hakaretler içermekle birlikte "çıplak kadınlar" adı altında çok muğlak ama aynı zamanda ciddi bir hedef gösterme işine girişilmektedir. "Bir toplumu dininden uzaklaştırırsan o toplumu yok edebilirsin" sözü referans kabul edilerek üstü yarı kapalı biçimde dine inanmayanlar ya da daha geniş yorumla başka bir dine inananların toplumu yok edeceği mesajı veriliyor. Zaten haberden anlaşılacağı üzere heykel bu tür gerekçelerle bir kez yıkılmış ve yeniden yapılmış; gazetenin bu haberle hedefi, heykelin kaldırılması için kamuoyu oluşturmak ya da daha açık bir şekilde yeniden yıkılması için birtakım insanları özendirmek veya tahrik etmek.
Bir başka örnek, "CHP'li Oktay Ekşi'ye Heykel Tepkisi" başlıklı haber, konusu Dumlupınar Üniversitesi'nden Ermenistan bayrağındaki armayı andırdığı için kaldırılan Aslan ve Kartal heykeli mevzuunu meclis gündemine taşıyan Oktay Ekşi'ye tepki. Ancak haberde Kütahya İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği'nin (KİHMED) tepkisi aynen aktarılmış ve deniyor ki: "Dernekten yapılan yazılı açıklamada, heykellerin Hristiyan asıllı Türk heykeltıraş Atanas Karaçoban tarafından yapıldığı ifade edilerek şöyle denildi: 'Heykellerin yapıldığı zamanlarda Kütahya halkı, üniversitenin kapısından pek giremezdi. Neyse ki o günler geride kaldı. Şimdilerde üniversitenin halkıyla kucaklaşmasının sevincini yaşıyoruz.'" Burada simgeleştirme adını verdiğimiz yani doğal bir özelliğin olumsuz maksatla kullanılması örneği çok açık. Hiç gerek olmadığı halde heykeltıraşın dinine bir gönderme var. Üstü kapalı bir art niyet ve kumpasa işaret ediliyor. Yine metinde kullanılan "Kütahya halkı" ifadesinden yalnızca Kütahya'da yaşayan Sünni, Müslüman ve Türk halka referans verildiği anlaşılıyor; bunun dışında kalanlar halktan ve makbul değil izlenimi yaratılıyor. Gazetenin sorunlu olan basın açıklaması metnini olduğu gibi yayınlamayı tercih etmiş olması, tüm bu ifadeleri onaylamış olduğu algısını yaratıyor.
Üçüncü örnek olan "Sanat, nereye kadar?" başlıklı haberde İzmir'de açılan serginin eleştirisi var; nefret söylemi var mı yok mu tartışılır ancak bir ötekileştirme olduğu kesin. "'Aykırı isimli, İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) üyeleri tarafından düzenlenen sergide rahatsız edici fotoğraflar sergilendi. Fotoğraflar arasında, sanat adı altında dinlerin ortak değerlerine ve ahlâka hakaret içeren kareler de yer alıyor." "Sezer, 'Erkek erkeğe öpüşenler, başörtülü iki kadının öpüşmesi ve başında örtü olan bir kadını iç çamaşırlarıyla gösteren fotoğraflara inanamadım. Aileler gelip dolaşıyor bu sergileri, çocuklar da görüyor. Eşcinselliği özendirici ve başörtülü dindar hanımları aşağılayan bu sergi hemen kapatılmalı' dedi" gibi ifadeler kimin ahlâkı kimi rahatsız ediyor ve bu nasıl ölçülüyor sorularını akla getirirken, bunları normal ve ahlâka aykırı bulmayanlar, örneğin yukarıdaki ifadeye göre eşcinseller ötekileştirilmiş hatta ahlâksızlıkla yaftalanmış oluyor. Çok açık olmasa bile burada biraz abartma/ yükleme/ çarpıtma örneğini görebiliyoruz; daha geniş yorumla bu haberin üstü kapalı ötekileştirme içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak bu ve benzer haberler için asıl ve en önemli sorun medyanın toplumun bir kesiminde (çoğunlukla muhafazakâr bir kesiminde) varolduğuna inandığı, gördüğü bir değer yargısını abartıp toplumun tüm kesimine yükleyerek ve bunun dışında kalanları dışlayarak sunması ve daha da ötesinde hedef göstermesi, kamuoyu tepkisi yaratmaya çalışması ve sonuçta da bazı durumlarda (ki bence çoğunlukla) başarıya ulaşması. Bu durumda medya, sanatta sansürün baş tetikleyicilerinden biri haline dönüşüyor. Haberde "Hristi- yan ve Müslüman kadınlar" ifadesinin de yanıltmaca olduğunu düşünüyorum zira herhangi bir Hıristiyan derneğinin ya da kadının tepkisine yer verilmiş değil. Aynı haber yine benzer üslupla Yeni Şafak'ta "Bu fotoğraflar değerlere 'aykırı'" şeklinde verilmiş. Hatta haber içinde bir başlık da "İZMİR İÇİN AYKIRI DEĞİL"; bu da "gâvur İzmir"e bir başka gönderme ve yaftalama, aslında ifade IFOD Başkanı'na ait ama haberde kullanılma şekli İzmir'in ahlâksızlığını ya da daha yumuşak ifadeyle aykırılığını vurgular nitelikte ama hangi ya da kimin değerlerine aykırı. Haberin bir başka versiyonu olan "Ahlaksız Sergi'yi Savundular" başlıklı haberde, yukarıda saydığım üstü kapalı unsurlar daha açık şekilde ifade edilmiş ve daha doğrudan hakaret var:
Ahlaksız fotoğraf sergisinde tepki gören fotoğraflar kaldırılınca sanatçı(!)lar tepki gösterip sergiyi kaldırdılar. Bunun adını sansür olarak nitelendiren sözde sanatçılar bu ahlaksız fotoğrafların kaldırılmasına anlam veremediler. Fotoğrafları site ilkelerimize ters düştüğü için yayın- layamıyoruz. Fotoğrafların savunmasını yapan sanatçıların(!) bazı noktalarını da müstehcenliği sebebiyle yayınlayamadık.
Sanata yönelik haberlerin doğurduğu sakıncalara örnek olarak, İskender Pala'nın Zaman gazetesinde yer alan, Şehir Tiyatroları'nda bir oyuna ilişkin, oyunun sınırlarını aşan sansür talep eden eleştirisini verebiliriz: Pala, seyretmediği anlaşılan "Günlük Müstehcen Sırlar" adlı oyun ile ilgili şunları yazabiliyor : "Elbette müstehcenlik diz boyu, ama içinde seyirciyi ilgilendirecek ne bir hayat dersi, ne bir erdem, ne de tiyatronun genel amacına yönelik bir toplum eleştirisi var. Eğer bu oyunun amacı seyirciye teşhircilik hakkında hayat dersi vermek ise buna devlet parasıyla bayağılıktan başka ne denir? Seyirciye hakaret de cabası. Peki repertuarın diğer oyunlarındaki % 80 cinsel sululuk ve müstehcenliklere ne demeli?" Bu yazıda nefret söylemi veya hakaretin varlığından söz etmek doğru olmayabilir ancak Pala, kendi değerlerini tüm toplumun değeriymiş gibi sunarak, buna aykırı bir durumu hedef gösteriyor ve en nihayetinde bu sanat yapıtını ortadan kaldırmaya çağırıyor.
Sonuç
İnsan haklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturan ifade özgürlüğü siyasi, sanatsal, ticari vs. her türlü ifadeyi kapsamına aldığı gibi, görüş sahibi olma özgürlüğü, bilgi ve düşünce edinme özgürlüğü ile bilgi ve düşünceyi yayma özgürlüğünü de içermektedir.
İfade özgürlüğü söz konusu olduğunda devletin kişinin bu özgürlüğüne müdahale etmemesi, bir kişinin ifade özgürlüğüne müdahale edildiği zaman bu kişinin ifade özgürlüğünü koruması, bireylerin ifade özgürlüklerini kullanabilmesi için gerekli önlemleri alması gerekmektedir.
İfade özgürlüğü yalnız genel ahlâk, devlet güvenliği, çocuk pornografisi gibi gerekçelerle değil, nefret söylemi söz konusu olduğunda da sınırlandırılmalıdır. Aksi takdirde nefret söylemine maruz kalan grupların korunmaya değer görülmediğine ve hatta bu gruplara yöneltilen nefret söyleminin onaylandığına dair bir algı oluşabilir.
Medyanın haberleştirdiği nefret söylemi kadar bizzat medyanın ürettiği nefret söylemi de izlenmeli ve rapor edilmelidir, zira demokrasilerde en etkin yol teşhir etmektir. Bu konuda sivil toplum kuruluşları, kamu otoriteleri ve bizzat medyanın koordineli çalışması gerekmektedir. (Yİ/ÇT)
Kaynakça
* Damlapınar, Zülfikar (2002) "İktidar ve Kitle İletişim Araçları Üzerinden Rıza Üretimi, Teorik ve Ampirik Açıdan Kamusal Senaryo Süreci", İletişim, no.14.
* Damlapınar, Zülfikar (2008) "Medya ve Siyasete Güvenirlilik", Medya ve Siyaset, Eğitim Kitabevi, Konya.
* van Dijk, T.A. (2005) "Söylemin Yapıları ve İktidar Yapıları", Medya, İktidar, İdeoloji, Mehmet Küçük (der. ve çev.), ikinci baskı, Ark Yayınları, Ankara.
* İnceoğlu, Yasemin (der.) (2012) Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
--
* Bu yazı, Siyah Bant platformunun farklı sansür mekanizmalarına ve aktörlerine dikkat çekmek için hazırladığı Siyah Bant kitabından alınmıştır. Kitabı bilgisayarınıza indirmek için tıklayın.
* Siyah Bant, Türkiye'de farklı aktörler tarafından farklı yöntemlerle sanata uygulanan sansür vakalarının kent ziyaretleriyle desteklenerek araştırıldığı, web sitesi aracılığıyla belgelendiği ve tartışıldığı, sansürle ilgili kaynakların ve yurtdışından sansür örneklerinin paylaşıldığı bir platform oluşturmak amacıyla Ağustos 2011'de başladı. Web sitesi için tıklayın.