“CNN Türk, Roboski katliamı haberini öğlen vakti, Genelkurmay’dan gelen açıklamayla verdi ancak. Ama seyirci aptal değildir; seyrettiği televizyon kanalının haberleri nasıl verdiğini anlar ve küfreder. Yanında biri varsa ona söyler, beraber küfrederler. Fakat Roboski gibi büyük olaylarda tv kanallarını birçok seyirci arar. Gelgelelim, merkez medyada, haber merkezlerinde telefonları açanların çoğu da arayan seyirciler gibi küfretmektedir. Üstelik, daha berbat bir durumdadırlar; çaresizlikle kıvranmaktadırlar, çalıştıkları kurum hiç inanmadıkları bir şeyi yapmaktadır. (Olay Tüm Detayıyla Araştırılıyor, sayfa 35)
Gazeteci Mustafa Alp Dağıstanlı’nın 5N 1Kim Medyanın Mutfağından Sansür-Otosansür Hikayeleri kitabı Postacı Yayınevi’nden çıktı.
Ragıp Duran’nın önsözünü yazdığı kitapta Dağıstanlı Türkiye medyasındaki sansür ve otosansürü çoğu zaman tanıklarıyla birlikte “içeriden” anlatıyor.
Kitapta sansür ve otosansürün sebep ve sonuçları olarak pekçok tespit var.
Siyasetçilerle yakın ilişkiler kuran gazeteciler, iktidarla yakın medya patronları, özel istihbarat, Anadolu Ajansı ve TRT’deki kadrolaşma ve daha çoğu..
Medyanın mutfağından sansürün ve otosansürün kitabını yazan Dağıstanlı bianet’in sorularını yanıtladı.
"Bütün kabahat AKP'de değil"
Kitabı nasıl ve ne kadar zamanda hazırladınız? Anekdotlar anlatıyorsunuz. Kaç kişiyle konuştunuz?
Kitap asıl olarak AKP [Adalet ve Kalkınma Partisi] dönemini ele alıyor. Fakat sansür ve otosansür, medya üzerindeki siyasi baskı yeni bir şey olmadığı için ve yeni bir şey olmadığını göstermek için geriye dönük örneklere de yer veriyor. Böylece, gazetecilerin bütün kabahati AKP’nin ağır baskısına bağlamasının yanlış olduğunu da göstermek istiyorum.
Ben AKP dönemini 2002’nin başından 2011 Nisan sonunda atılana kadar NTV’de geçirdim;. Son dönemde haber merkezinde değildim ama yine görüp duyduklarım vardı. Öncelikle kendi şahit olduklarımı yazdım. Dış haberlerde çalışırken kimi günler eve geldiğimde notlar tutmuştum. Bunların bir kısmını kullandım. Kitaptaki kimi ayrıntılı anlatımları, diyalogları bu notlara borçluyum. Keşke daha çok not tutsaydım.
Sadece NTV kitabı olmasını istemediğim, medyanın daha genel bir manzarasını çizmeyi istediğim için başka gazete ve tv kanallarında çalışan 15-20 gazeteciyle konuştum.
Konuştuğum insanlara isimlerini saklayacağımı, işlerinden olmalarına neden olabilecek şeyleri yazmayacağımı söyledim. Bazılarının anlattığı anekdotların bir kısmını yazmadım, çünkü kimlikleri deşifre olurdu.
Ankaralı gazetecilerle de konuştum; özellikle Anadolu Ajansı ve TRT’de neler döndüğünü öğrenmek, anlamak için. Defalarca gittim geldim. Tanımadığım kimi gazeteci arkadaşlar için kimi zaman aracılar, onları tanıyan gazeteci arkadaşlarımı kullandım.
Kitap çalışması başladığında meslektaşlarınızın tepkisi ne oldu? Konuşmak istediler mi?
Konuşmayanlar da oldu tabii. Ben talep etmeden, böyle bir kitap yazdığımı öğrenince konuşmak isteyen, kendisinde çok değerli hikayeler olduğunu söyleyenler de oldu. Fakat bunların bazıları sonra konuşmaktan vezgeçti. Korkuyorlar. Arı kovanına çomak sokmuş oldum bir bakıma. Kol kırılır yen içinde kalır! Bu yenin içini göstermek istedim. Dolayısıyla bu kitabı yazmamda yardımcı olan insanlar dokuz köyden kovulabileceklerini biliyordu, yardımcı olmayanlar da tabii.
Asıl zamanımı konuşacak insan aramak, randevu ayarlamak, anekdot peşinde koşmak aldı. Benim beceriksizliğim biraz galiba. Yazma aşaması pek zamanımı almadı. Bütün malzemeyi topladıktan sonra sanırım bir ayda yazdım. Sigaraya tekrar başlamasaydım daha uzun sürerdi sanırım. Tıkanmıştım ve ilerleyemiyordum. Son 15 gün odaya kapandım ve günde ortalama bir şişe şarap içerek kitabı bitirdim. İlk konuşmayı yaptığım günden bu yana bir buçuk sene geçti.
Medyanın mutfağındaki sansür hep bu kadar yoğun muydu?
Sansür her zaman vardı. Cevdet Kudret’in ve Alpay Kabacalı’nın basında sansürü anlatan kitapları var. Şimdi Ümit Alan, Can Yayınları’ndan bir sansür tarihi çıkaracakmış okuduğuma göre. Ahmet Rasim’den Ahmed İhsan Tokgöz’e ve başkalarına kadar eski gazetecilerin anılarında dudak uçuklatıcı sayısız örnek var.
Demokrat Parti döneminde gazeteler ve gazeteciler üzerindeki baskıyı biliyoruz; çok meşhur. Gazetelerin sansürlenmiş bölümlerinin beyaz (boş) çıktığı dönem… 27 Mayıs darbesinden sonraki dönemde böylesi bir baskı 12 Eylül darbesiyle kıyaslanabilir ancak.
Bu baskıdan muaf bir muhalif medya var, fakat güçleri, satışları az. Büyük medya muazzam bir baskı altında. TRT ve AA’yı da bu tabloya eklemek lazım. Bu iki kurumdan konuştuğum birçok gazeteci, AKP dönemindeki gibi bir baskı görmediklerini söyledi.
"Sansürü engelleyemedim ama..."
Siz bu meslek hayatınızda ne gibi sansür ve otosansüre maruz kaldınız? Kişisel bir hikayeniz var mı?
Gazetecilikle doğrudan ilgili olmasa da sansürle ilgili bir kitap yazan adamın "bulaştığı" iki örneği anmak boynumun borcu.
NTV Yayınları'nı yönetiyordum ben 2006 - 2011 Mayıs arasında. Yanılmıyorsam 2009'da bir çizgi-roman dizisine başlamıştık. Cem'in (Aydın, NTV Genel Müdürü) fikriydi çizgi-roman işine girmek.
Yayınevinin editörü olmama rağmen bu diziyle ben ilgilenmiyordum, şimdi NTV Yayınları'nın başında olan Elif Kutlu ilgileniyordu; Cem'le beraber. Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sı da bu seriden çıktı. Çevirmeni tanıyordum ve Elif'e gitmeden önce benim odama geldi, lafladık. Konuşurken, kitapta Türklerle ilgili olumsuz bir cümle olduğunu söyledi. Dosyayı Elif'e teslim etti. Ben de Elif'e "Bu cümlenin başına bir şey gelirse haberim olsun" dedim. Ve geldi; o cümleyi koymamışlar veya değiştirmişler. Bunun üzerine ben de o kitabın künyesinden adımı çıkardım. Evet, aciz bir kendimi koruma hamlesi, ama sansürü önleyememiş oldum.
İkinci örneğim biraz daha karışık. Küçük boy, bol resimli, dört kitaplık bir seriyi çevirip basmaya karar vermiştik. Serinin ilk kitabı "Dünya Tarihi" idi. Çevirmenimiz kitaptaki bir dizi bilgi hatasını tesbit edip düzelterek göndermişti metni bize.
Türkiye bölümlerinde de bilgi hataları vardı, bunları da düzeltmiştik. 1915 Ermeni soykırımı da yer alıyordu kitapta ve Türkiye'nin tezine uymayan ifadeler içeriyordu. Kitap basıldı ve dağıtıldı. Kimi okurlardan ve gruplardan şikayet, kınama telefonları geldi. NTV yönetimi kitabı, dağıtılmasına rağmen toplatmaya karar verdi; bir veya iki gün olmuştu kitap dağıtılalı ve gerek olmadığını söylememe rağmen toplatıldı. O bölüm elden geçirildi ve daha "ortadan" ifadelerle mesele anlatıldı.
Yayınevinde NTV Tarih dergisini de çıkarıyorduk ve derginin, dünya tarihini de iyi bilen yayın kurulu üyesi ve yazarı Derya Tulga'nın kitabı elden geçirmesini istedik.
Derya, yanlış hatırlamıyorsam, 140 kadar bilgi hatası tesbit etti kitapta ve düzeltti. Anlaşılan, kitap bir tür "keyfilikle" yazılmıştı. Yazarı olmayan toplama bir kitaptı. Ben ve yayınevinin büyük yükünü üstlenen editör arkadaşım Emre Ergüven ikinci baskının künyesine adımızı koymadık. Ama sansürü önlemiş de olamadık.
"Apoletli Medya geleneği AKP'nin işine yaradı"
Sansür ve otosansür AKP döneminde nasıl bir yol izledi?
Bizim gazeteciliğimiz sansürü enikonu içselleştirmiş. Kürt meselesi dolayısıyla devletin güdümündeki, Ragıp Duran’ın tabiriyle “Apoletli Medya” geleneği ve 28 Şubat’ın emir-komuta zincirine ayak uydurmuş olmak da işleri AKP için ziyadesiyle kolayladı.
AKP güçlü bir tek-parti iktidarı olduğu için önceki koalisyon hükümetlerinden daha büyük bir baskı kurdu. O dönemin medyasının da savunulacak bir tarafı yoktu. Ticari-ekonomik bağlantılar, çıkarlarla çürümüştü o medya da. AKP o işleyen emir-komuta zincirini tepe tepe kullandı, kullanıyor. Hem AKP’nin yapısı hem de Tayyip Erdoğan’ın kişiliği baskıyı daha ağırlaştıran etkenler. İsim isim takip ediyorlar herkesi, her gelişmeyi.
Medya patronlarının gazetecilik dışı işleri, ticari-ekonomik çıkar peşinde koşmaları da baskı kabullenip hizaya geçmelerinde rol oynuyor. İktisadi pasta büyüdüğü için, devletin ekonomiden çekildiği teranelerine rağmen siyasi iktidarların elinde hala güçlü kontrol mekanizmeleri olduğu için ve bunları keyfi olarak kullanmalarını önleyecek kurumsal ve kültürel altyapı olmadığı için ya havuçla ya sopayla patronları yola getirebiliyor.
Medya yöneticileri de aldıkları büyük paraları “hak etmek” ve ellerindeki imkanları kaybetmemek için esas duruştalar.
Buna bir de sendikasızlığı, gazetecilerin direnç gösterebilecekleri bir yapı olmayışını eklemek lazım.
Sendikanın eksikliğinden bahsettiniz. Sansür ve otosansür konusunda gazetecilerin sendikalaşması önleyici bir etken oluşturur mu? Ne yapmalı? Nasıl örgütlenmeli?
Mustafa Alp Dağıstanlı1960’da İstanbul’da Dağıstanlı Marmara Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 1985'ten beri çeşitli dergi, gazete ve televizyonlarda editör olarak çalışan Dağıstanlı Start, Gergedan, Şehir dergileri, Güneş gazetesi, ATV, Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Show TV, Kanal D, Yeni Yüzyıl, Atlas, Hürriyet Dergi Grubu’nda yer aldı. 2002 ile 2005 arasında NTV dış haberlerde, 2011’e kadar da NTV Yayınlarında editörlük yaptı. |
Güçlü bir gazeteciler sendikası olmazsa olmaz koşul bence de. Ama bizim sendikamız da sorunlu nicedir. Şimdi yeni ve genç bir ekip bir heyecanla işe başladı sendikada. Fakat işleri kolay değil.
Medyanını neredeyse tamamından, büyük medyanın tamamından sendika kovulmuş durumda. Bunu da gazeteciler kendi ayaklarına, hatta şakaklarına kurşun sıkarak yaptı.
Şimdi sendikayla hiç yaşamamış gazeteciler çoğunlukta herhalde. İşveren baskısına, işten atılma tehdidine rağmen sendika girmeye ikna etmek gerekiyor bu insanları ve kolay bir şey değil bu.
Tabii, sendika da sihirli bir değnek değil. Sansürden bahsediyorsak asıl olarak ya da layıkıyla gazetecilik yapmaktan, gazetecilerin çalıştıkları kurumlarda hergün verecekleri küçük, minik mücadeleler, itirazlar, ayak diremeler önemli.
Bunlar gazeteciyi diri tutar en azından, bu mesleğin ilkelerine bağlı olma konusunda bir hayatiyet yaratır. Bir direnç hattı, çok zayıf bile olsa, yaratır. Bu kadar mütevazı bir noktadan başlamakta fayda var belki. (EA)