Hrant Dink’in, 25 Mayıs 2004’te Birgün gazetesinde yayımlanan “Gelane... Hablo... Holane” adlı yazısında belirttiği gibi tüm çocukları kardeş kılan, “çocuk masumiyetinden başka bir şey değil.” Onun deyişiyle, “zamana ve mekâna direnen çocuk oyunları ile yitirilen masumiyetin ürünü” olan “çirkin uygarlığımızın çocuk mezarları” karşı karşıya duruyor günümüzün medeni, modern ve küresel köyünde. Bu durumun kökeninde yatan temel sorunlardan biri ise, yine Hrant Dink’in yazısında gizli:
“Nereye gitsem çocuk oyunlarını ararım sokaklarda. Bir gün Prag’da, bir gün New York’ta, bir gün Şatilla’da. Birbirinden bu kadar habersiz, birbirinin bu kadar aynı. Bir yanda Doğu ve Batı ayrışması ve 'Medeniyetler Çatışması' denen büyük oyunlarımız ve bu oyunlarda yarattığımız mayın tarlalarımız... Diğer yanda masum çocuk oyunlarımız... Bowling, Rugby, Golf .... Gelane, Hablo, Holane.”
Dink’in, Güldal Kızıldemir’in “Mayın Tarlası Çocukları” adlı yazısından etkilenerek kaleme aldığı bu duygu yüklü yazısı, bugünlerde Türkiye gündemini meşgul eden ve ilginç tartışmalara sahne olan sınır mayınlarının temizlenmesi meselesindeki en yalın ve kesin noktaya da çarpıcı bir biçimde işaret ediyor: “Mayın tarlalarımız ve çirkin uygarlığımızın çocuk mezarları.”
Masum çocuk oyunlarının, yetişkinlerin, mayın gibi öldürmeye yönelik dehşetengiz bir uygarlık tasarımı söz konusu olduğunda ise, kirli ve kanlı bir dövüşe dönüşen “büyük oyunları” çift anlamlı mayın tarlaları yaratıyor. Ancak bu noktada metriksi andıran mayın tarlalarının sadece görünür zararını tartışmak ve şimdilerde Türkiye’de gündeme bu meseleyi, hızla ve acilen önlemenin gerçekçi tek yolu ise, mayınların her şekilde temizlenmesi.
Mayınlar, insan hakları ve Judith Butler
Aksi takdirde mayınlı, boş arazilerin (elbette sadece çocuklar olmasa da) çocuk mezarlarına dönüşmesine engel olmanın imkansızlığı da ortaya çıkıyor. Ayağını nereye bastığını bilmeyen her insanın yaşamını ipotek altına almak demek çünkü onu mayınlı arazilerin yakınlarında yaşamaya zorlamak.
Ve, aslında “mayınların temizlenmesi” gibi bir mesele; insan hakları çerçevesinde -aksi yaşam hakkına kast etmek olduğu için- kayıtsız şartsız temel bir hak olduğundan, uzun uzadıya tartışılmadan uygulanması gerekilen de bir tasarıdır. Bu bağlamda, geçtiğimiz hafta Londra, Bloomsbury’de düzenlenen bir sempozyumda konuşan ünlü araştırmacı Judith Butler’da, Filistinli çocuklar için çalışmalar yapan araştırmacı- ressam Bracha Ettinger’in çalışmalarını değerlendirdi.
Butler, “Estetik, Etik ve Politikalar” başlıklı sempozyumdaki konuşmasında psikanaliz, etik ve politika bağlamında dünya gündemindeki sıcak meselelerle ilgili son derece yeni, yalın ve temel saptamalarda da bulundu. Aydınlanma kavramının kritik meselelerine ince eleştiriler içeren konuşmada Butler’ın ana ekseni, “sürgün ve cinayet” kavramlarıydı.
II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Holokost bağlamında, Aşkenaziler ile Filistinli çocukların bugünkü konumunu “kuşaklararası devam eden travma” kavramıyla birlikte ele alan Butler; geçmişten bugüne, olgusal bir biçimde süre gelen tarihsel olayların çözümünde, psikanalizin önemine de dikkat çekti.
Tarih ve hikaye
Butler’ın, “tarihsel travma’ların anlatımıyla açığa çıkacak gerçek hikâyeler, “gerçek tarihi” ortaya çıkaracaktır.” ifadesinden anlaşıldığı gibi, bir yüzyıl öncede yaşansa bir travmanın ya da travmaların çocuklar üzerinde yarattığı tahribatın boyutları tartışılmaz.
Ayrıca, travmaların, tarihsel olayların kaydı sırasında çarpıtılan, eksik anlatılan ve -travmanın şiddeti yüzünden anlatılması çok uzun süre sonra gerçekleştiği için- travmaya uğrayanın hikâyesinin yer almadığı tarihler ne yazık ki “ulusal tarihlerin” yazılışı sırasında “ötekileştirilenin” hikâyesini sessizleştirerek, tarihini görünmez kılıyor.
Bu bağlamda da, bugün Türkiye’de olduğu gibi, ulusal hafızanın yeniden değerlendirildiği ve temel sorunlara farklı yaklaşımlar getirilmesi gerekilen zamanlarda; geçmişin gölgesi, Holokost ya da benzer vahim tarihsel travmalarda, sonraki kuşaklarda ortaya çıktığında, “travmanın kuşaklarası devam eden” olgusal izleri tanımı yerine, “sorun çıkaran öteki” konumundan değerlendirilen travma mağdurlarının hikâyeleri, bugüne akan tarihin yeniden yazımında düşünülmemesi ve yok sayılması mümkün olmayan bir önemde konumlanır.
Son olarak, Judith Butler’ın, “yalnız değilim hissi yarattığı için” yüreklere su serpen konuşmasında belirttiği gibi, insanlığın en temel meselesi olan ve uygarlık tasarımı sırasında “ben ve öteki”nin konumlandırılması üzerinden düzenlenen küresel politik yapının, bizim coğrafyamız sınırlarındaki izdüşümünde; etik, psikanaliz ve siyaset bağlamında, 1915’te yaşanılanların, Ermeni toplumu tarafından “tarihsel travmanın hikâyesi” olarak anlatımı, Türkiye’nin Kürt sorunu bağlamında, Kürt halkının kendi cümlelerini -hapsedilme korkusu olmaksızın- kurma hakkı ve savaş, travma ve hafıza politikaları açısından, “ben/ öteki” ilişkisinin yeniden değerlendirilmesi meseleleri her zamanki hassasiyetini koruyor. (YK/EÜ)