Sevgili Mahir merhaba,
Sizler, bizden kopartılıp uzaklaştırılalı neredeyse 38 yıl oluyor. Her 30 Mart’ta yazmak istemişimdir. Ne var ki bazı endişelerden dolayı elim kaleme uzanamadı. Sana hitaben yazıyor olmam seni daha yakinen tanıdığım ve bir simge olmandan, yoksa tabii ki bu mektup bizden uzaklaştırılan tüm arkadaşlara.
İstedim ki dertleşeyim. Belki inanmayacaksınız ama eskinin tadında dertleşeceğim kimse kalmadı.
Biliyorsun siz gittiğinizde 5 devrimci siyasi akım faaliyetteydi ülkemizde. Ama geldiğimiz bu zamanda yüzden fazla grup “ben işçi sınıfının temsilcisiyim ve gerçek Marksist benim” diyor. Onların icmalini de bir başka mektup da anlatırım. 67–72 arasında soluduğumuz hava ile bugünü kıyaslamanızı sağlayacak bazı şeyler anlatabilirim diye düşünüyorum.
Hani hatırlarsın 70 yazıydı, birçok devrimciyi, polis şüphesiyle Siyasalın yurdunun altında ben, Şaban ve Hüdai sorguluyorduk. Hemen yanımızda sen bitmiştin. Seninle bu ikinci karşılaşmamızdı. 69 sonbaharında TİP’in sanıyorum Çankaya İlçesini basan grup içinde birlikteydik. Arkadaşlara özellikle de Yusuf’a sormuştum: “nasıl biri?” diye. Anlatıldığı kadarıyla teorisyenlerimizden biriydin. Fakat bu eylemde en önümüzdeydin ve hiç de teorisyen (!) gibi değildin. İşte şimdi de o bodrumda yanımızdaydın. Ayakkabı ve çoraplarını çıkartıp “bana vurur musunuz falakayı merak ediyorum?” diyerek ayaklarını havaya dikişini hiç unutmuyorum. Dostum, şimdilerde kimse birbirinden bir şeyler öğrenmek istemiyor. Herkes öğretmek istiyor. Özellikle de okumak yerine okur gibi, dinlemek yerine dinler gibi yapılıyor.
Yusuf ile kapışmalarınızı hatırlıyorum da, önsezin ve kişileri değerlendirmedeki isabetine hayranım. Ama bunları görecek durumda değildim. Seninle ilgili o kadar çok ‘yaramaz’lıkla ilgili şeyler sufle edilmişti ki, senin beni ısrarla yanına alma girişimlerini bir şekilde engelledim. Keşke Yusuf’a inanmasam da seninle İstanbul’a gelseydim. Sevgili dostum geldiğimiz zaman aralığında kulaklara üflenen dedikodularla siyaset yapıldığını söylersem bana inanırmısın? Evet, inanmak zor ama geldiğimiz durum maalesef bu.
Belki hatırlarsın Yusuf’larla olan ayrılık sonrası sana veya Hüdai’ye benimle ilgili “Selçuk’un ayrılıkta ki tavrı nedir?” diye sorduklarında “o ne yapacağını bilir” demişsin. Ben ise sürdürdüğümüz mücadelenin devrimci yanına hep bağlı kaldım fakat teorik-siyasi yanının yanlış olduğu sonucuna vardım. İnanmayacaksın ama mücadelede devrimci özellikler bugünlerde parlak laflarla kenara itiliyor. Güven denen ve bizi var eden değer sadece kendi aramızda değil aynı zamanda kitlelerle olan ilişkimizde de aşınmış durumda. Devrimci unsurlar öncülük yeteneğini kaybetmiş bir şekilde giderek kendilerini tüketiyorlar. Bugün 100’den fazla olan devrimci grupların son seçimlerde toplam yüzde 1 oy aldıklarını bilmenizi isterim.
‘72 baharında Karadeniz’den tüm ülkeye ve dünyaya seslendiğinizde ben içerdeydim. Eylem biçiminin başarı şansı olmadığını bildiğim halde büyük heyecan duymuş ve öldüğünüzde bir ay önce ölen babama bile bu kadar üzülmediğimi fark etmiştim. Özellikle Hüdai, sen, Sabo ve Kazım’ı tanıyordum. Tanıdıkların ölmesine dayanmak gerçekten zor. Hele bir de zindanda ve hücredeysen. O kadar üzülmüştüm ki Ertuğrul’u ölmediği için uzun müddet affetmemiş, ona büyük haksızlık etmiştim. Ne alakası varsa? Ama siz orda bir mesaj vermiştiniz. Sanırım eylemin en güzel yanı buydu: Yardımlaşma ve dayanışma. Anlatacaklarıma yine inanmayacaksınız ama bu zaman aralığında herkes birbirinin kuyusunu kazmakla meşgul. Daha kötüsü sizden sonra devrimciler birbirlerini sık sık öldürdüler. Anlayacağın dostum, devrimci mesajlara kimse kulak asmayacak kadar kendini beğenmiş ve bu bönlükleri ile yaşayıp daha doğrusu çürüyüp gidiyorlar. Sanırım devrimciler olarak bir şeyler yapma zamanı geldi de geçiyor.
Fazla sürmez 10–15 sene sonra yanınızdayım. Sanırım o zaman buralarda daha çok sevilecek ve özleneceğiz. Laf aramızda siz gidenleri her boydan ve her soydan devrimci seviyor. Sevmek ne kelime adeta tapıyorlar. Biz yaşayan Mahir’ler ve Deniz’ler ise ev kiralarımız, geçim dertlerimiz ve sağlık sorunlarımızla pek de sempatik gelmiyoruz insanlarımıza. Evet, evet duyar gibi oluyorum, soruyorsunuz: “hepinizi siyasi anlamda kucaklayan ve yaşamla ilgili sorunlarınızı çözen bir organizasyonunuz yok mu?” diye. İtiraf etmeliyim ki herkesin bir dükkânı var ve kim onlarla alış veriş içindeyse belki onlar bu dayanışma kırıntısından yararlanıyordur. Eğer dükkân açmamış “gelin ortak herkesi kucaklayacak süpermarket açalım” demişsen sana kuşkuyla bakıyorlar. Nasıl kuşkulanılmasın ki? Ellerindeki dükkân kapanınca ortada kalacaklarından korkuyorlar. Bilmiyorlar ki daha büyük proje önerenler her daim genel çıkarları ön planda tutanlardır ve onlar hiçbir zaman kimseyi sokakta bırakmazlar. Dayanışma ruhu ölenlerin herkesi kendileri gibi sanması normal herhalde.
Sevgili Mahir, sanırım insanların ve ilişkilerin nasıl yıprandığını yeterince özetledim ve biraz da dertleştim. Ama belirtmeden geçemeyeceğim bir konu daha var: O da Sovyetlerin ve uydularının yıkıldığı ve buna rağmen kapitalizmin derin buhranlarla sarsıldığıdır. Milyonlarca insan “Sovyetler yıkıldı” diye sosyalizmin bittiğini sandı. Ne hoş ki geçtiğimiz aylarda kapitalizmin kabesi ABD de öyle bir kriz başladı ki herkes Marx’ın haklı olduğunu hatırladı. Ben de krizi ‘komünizmin ayak sesleri’ olarak değerlendirdim. Ha unutmadan: Castro hala yaşıyor ve Küba uzaktan da olsa parlamaya ve bize göz kırpmaya devam ediyor. Anlayacağın umut ve hayallerimiz dünya var oldukça yaşayacak. Eğer bir gün bunlar tüm dünyada gerçekleşirse bizlere bunu haber vereceklerini umuyor ve kaleme alınacak bu mektubu şimdiden sabırsızlıkla bekliyorum.
Yaşadığım müddetçe sizlere yazacağım.
Sizin,
Selçuk