Tarihe Kızıldere Katliamı olarak geçen olay, Türkiye'nin yakın politik geçmişinin en önemli sayfalarından biri, Türkiye'nin devrimci, sosyalist hareket tarihinin bir dönüm noktası olarak kabul görüyor. 12 Mart askeri müdahalesi, sonrasında diktatörlüğe karşı silahlı mücadele açan devrimcilerden THKO militanları Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idam edilmesine engel olmak üzere THKP-C ve THKO militanları ortak eyleme geçerek 26 Mart 1972'de Ordu'nun Ünye ilçesindeki NATO üssünde görevli 2 Kanadalı 1 Britanya'lı teknisyeni rehin aldılar. Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy 30 Mart 1972'de Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Gün sona ererken 10 devrimci ve rehineler hayatlarını kaybetmişti. Türkiye'nin muhalefet cephesi aradan geçen 38 yıla karşın bu büyük kaybı asla unutmadı. bianet bu yıl, Kızıldere'de öldürülen on'ları yaşamlarıyla anıyor. Mahir Çayan'la başlıyoruz.
Arkadaşları Mahir Çayan'ı Anlatıyor
Ülkü Sağır, Oğuzhan Müftüoğlu, Ertuğrul Kürkçü, İlkay Alptekin Demir ve Ayşe Emel Mesci'nin Hapishane günleri, THKP-C duruşmaları ve Dev-Genç Kurultayı'ndaki anılarından...
Ülkü Sağır: Poker oyununda
Belki de Mahir'le çok kısa bir süre bir arada kaldığım ve onun THKP-C'deki bölünme nedeniyle son derece gergin olduğu bir dönemi paylaştığım için, onunla ilgili sadece bir poker oyununu anımsıyorum.
Birisinden ya da birilerinden haber beklerken çalışamayacak kadar gergin olduğundan -o sırada' Kesintisiz Devrim' yazısını yazıyordu- poker oynamayı önermişti.
Evde, Ulaş (Bardakçı) ve Ziya (Yılmaz) dışında kimse olmadığından zorunlu olarak beni de oyuna kattılar. Birisi bana pokerin temel kurallarını anlattı ve önüme fasulyeleri koydu.
Oyun görünüşte gayet iyi gidiyordu ancak bir terslik vardı.
Genellikle ben kazanıyordum. Önce acemi şansı deyip geçtilerse de, Mahir işkillenmişti. Yine kazandığım bir elden sonra kâğıtlarımı görmek istedi.
Ben de gösterdim. Oyunu açmak için gereken kâğıtlar değilmiş meğer! Ulaş gülmekten kırılıyordu ama Mahir hiç de işi hafife almamıştı. Sorgulanmam sürdükçe oyun boyunca elimdeki kâğıtların değeri ne olursa olsun hiç pas geçmediğim ve her oyunu sonuna kadar sürdürdüğüm anlaşıldı.
Kâğıtların değerini bilmiyordum, açıkçası fazla da aldırmıyordum. Oyunu ciddiye almadığım için Mahir oldukça kızgındı ama bensiz oynayamayacakları için de bir pazarlık yapıldı.
Bundan böyle elimde uygun kâğıtlar olmadıkça oyunu açmayacaktım. Bu kurala ne kadar uyduğumu anımsamıyorum, ancak Mahir'le bir daha poker oynamadığımı biliyorum.
Oğuzhan Müftüoğlu: Yurt dışına çıkmasını önerdim
Mahir'e yurt dışına çıkmasını önerdim. İstedikleri takdirde onları yurt dışına çıkarma olanağı bulabilirdik. O, bütün ısrarlarıma karşın, bunu kabule hiç yanaşmadı.
Denizleri bırakarak gitmek istemediler. Yapılacak ne varsa kalanların yapması önerisini de kabul etmediler.
Ertuğrul Kürkçü: Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O 24 yaşındaydı ben de 21...
O kurultaydan [FKF'nin Dev-Genç'e dönüştüğü kurultay] aklımda bir tek Mahir Çayan'ın konuşması kalmıştı: Bir muhakemeye dayanan, verili durumla Marksist teorik ilkeler arasında bir ilinti arayan, bütün koşullan ve durumları bir devrimin olabilirliği açısından yorumlayan; geleceğe ilişkin bir öngörüde bulunmamıza olanak veren, karşıtlarının neden karşıtı olduğunu anlamamızı ve kendisine hak vermemizi sağlayan tek sunuştu...
Bizi çeken yalnızca konuşmanın içeriği değil, konuşanın kendisiydi de: Kendinden önceki kaba sabalıkları unutturan düzgün ve akıcı Türkçesiyle, belagatiyle; iki saat boyunca hiç kimseyi -sinirlendirse de karşıtlarını bile- bıktırmayan etraflı anlatımıyla; tribünlerden atılan laflara zekice alaylarla cevap verişiyle; gereğinde "efelenişi" gereğinde ders verircesine konusunu sergileyişiyle ve elbette edasıyla, duruşuyla, sözlerini tamamlayan anlamlı yüz ifadesiyle... Konuşması bittiğinde, o ana kadar ruhen koptuğumuz Kurultaya geri dönmüştük.
Mahir Çayan gençlik hareketine kendisinden çalınan devrimci aklı ve Marksizmi, sosyalist hareket içindeki mücadeleye kalite ve seviyeyi iade etmişti bir kez daha...
Onun müdahalesi olmasa da o kurultayda MDD'ciler, Aren-Borancıları "tasfiye" edeceklerdi belki ama, Türkiye sosyalist hareketinde devrimci bir damar, devrimci gençlik hareketinde de sosyalist bir damar o dönemde uç vermiş olmayacaktı.
O güne kadar Marx'ı okuyup dünyayı anlamaya çalışmıştım. O kurultaydaysa dünyayı değiştirmek için takip etmeye karar verdiğim Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O 24 yaşındaydı ben de 21...
Mahir Çayan'la karşılaşıp tarafsız kalmış kimseyi bilmiyorum bugüne kadar... Sıradanlığa, düzen içi değerlere meydan okuyan tavrı onunla karşı karşıya gelenlerde ya ona karşı derin bir hayranlık ya da onu yok etmeye ant içecek kadar derin bir nefret doğurdu hep.
Kızıldere'de onun yaşamını almaya gelenlerin bütün kuşatma boyunca nasıl herkesten önce onu yok etme tutkusuyla çırpındıklarına tanık oldum. Bu nefret, o öldürüldükten sonra bile hâlâ dinmemiş olmalıydı ki, resmiyet dünyasındaki düşmanları henüz soğumamış bedeninin konulduğu tabutunu tekmelemekten kendilerini alamamışlardı...
Kızıldere'den sonra kamu vicdanında oluşan sempati, geçmişten kalan tamamlanmamış hesaplaşmaların üzerini örttü. Ama sol da, bu "aşk-nefret" geriliminden pek bağışık sayılmazdı doğrusu. Gene de geleneğe uyulduğu söylenebilir, ölenin ardından konuşulmadı pek...
12 Eylül gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya "L Tipi" cezaevine nakledildik Niğde'den. Cezaevi idaresi "ıslahı gayri mümkün" olarak kategorize edilmiş olanlar için özel bir "karşılama töreni" hazırlamıştı.
Kapı altından karga tulumba hamama götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp berelenmeden hücreme tıkıldım.
"Azrailler"ime "neden" diye sorduğumda aldığım yanıt 1969'da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl içinde Türkiye'nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972'de feda edilen hayatın değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: "Sen, Mahir'in, Deniz'in arkadaşısın!"
Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.
İlkay Alptekin Demir: Yargılanırken tek düşüncesi hapishaneden kaçıştı
Olayın ayrıntılarını haftalarca sonra, Maltepe Askeri Cezaevi'ne getirildikten sonra öğrenecektim. Gazeteler Hüseyin Cevahir'in dürbünlü silahla, hedef gözetilerek vurulduğunu yazıyordu.
İlk başta yanılmış olmaları, ölenin Mahir olduğunu sanmaları, belki de Hüseyin'i Mahir sanarak vurduklarını düşündürüyordu. O gün başka arkadaşlara da Mahir'i tarif ettirdiklerini öğrenecektim.
Onlar da yanıltıcı tarifler yapmışlardı. Hiç değilse vurucu timin elinde bir fotoğraf olmadığı anlaşılıyordu.
Hastaneden çıkarıldıktan sonra Mahir'i bizim yanımıza getirmediler. Aylarca tek başına Selimiye kışlasında bir hücrede tuttular. Yaraları ağırdı ve yavaş iyileşti. Yine de, Hüseyin ölürken hayatta kalmak Mahir için sanki daha ağır bir yaraydı. Hastanede serumunu çıkarmaya çalışmış, yaşamak istememişti.
Hücrede yazdığı bir şiirde bu duygularını açıkça dile getirmişti. Savcı Naci Gür onun bu duyarlılığını fark etmiş ve tecrit koşullarında olabildiğince kullanmıştı.
İbret vericiydi. Sanki "Dede Korkut" kitabı canlandırılıyordu. Bir askeri savcı yirmi beş yaşındaki bir tutukluyu hayatta kaldığı için eleştiriyor, ölmediği için suçluyordu!
Duruşmalar başlayınca bu çirkin taktiği sürdürmek istedi. İzin vermedik. Saldırıları birlikte göğüsledik, bizden beklenen "yiğitliği" gösterdik.
Mahir kısa sürede toparlandı. Siyasal Bilgilerde sıralara sığmayıp merdivenleri dolduran binlerce gencin soluksuz dinlediği güçlü hatip geri gelmişti. Her zamanki muhakeme gücü ve söz ustalığıyla mahkemenin yönünü değiştirmemize olanak verdi.
Duruşmalar adeta bir karşı yargılamaya dönüştü. Sonunda Selimiye'den Maltepe Askeri Cezaevi'ne, aramıza gelmesini sağladık. Maltepe'nin üniversite kantinini andıran, yaşanan gerçekliğe belki biraz hafif düşen ortamında rahatladı.
Ama savunma üzerinde yoğunlaşamıyordu. Tek düşüncesi hapishaneden kaçıştı. Öleceğini biliyor ve idam edilmek istemiyordu. Gerçekçi olsun olmasın bütün kaçış senaryolarını ciddiye alıyor, inceliyor, zorluyordu.
Maltepe'nin şenlikli ortamı yanıltıcıydı. Geri dönüşsüz bir yoldaydık. Devlet öç almaya kararlıydı. Ve bize (hiç değilse bir bölümümüze) kurban törenini yani idamı beklemek ya da dövüşerek ölmek arasında seçim yapmak düşüyordu.
Sonunda tünel seçeneği tercih edildi ve bir akşamüstü alacakaranlıkta beş arkadaş kaçtılar.
Ayşe Emel Mesci: Beş Gün süreyle şifahi savunma yaptı
Uzun bir bekleyişten sonra, Mahir duruşma salonuna getirildi. Güçlükle yürüyordu, zayıflamış, solmuştu, ayakta zor duruyordu. İyi bir hatipti.
Gazetecilere ve izleyicilere dönerek seslendi; "8 aydır bir hücrede yatağa zincirlenmiş bekletiliyorum. Kitap yok, gazete yok. Avukatlarımla görüştürülmüyorum. Benden savunma yapmamı bekliyorsunuz... Bu mahkemeler bağımsız değildir. Sizler kararınızı çok önceden verdiniz. Bu durumu protesto ediyorum. 9 gündür ölüm orucundayım. Bu antidemokratik uygulamaya son vermezseniz, hücreden ölüm çıkacaktır" dedi.
Savunmalar için 17 gün ara verilmişti. Duruşma sona erdiğinde, Mahir hepimizi tek tek öpüp veda etti. Kararlıydı. Gece yarısı bir teğmen, Mahir'in Maltepe'ye getirildiği haberini verdi.
Savunmalar hazırlanmıştı. Mahir'in savunmasını Sina Çıladır ve Ulaş Bardakçı birlikte yazmışlardı. Mahir, futbol oynuyor ve koğuşa gelmenin sevincini yaşıyordu. Kısa sürede sağlığına kavuşmuştu. 5 gün süreyle, şifahi savunma yaptı. (EY/NM)
Yarın: Kazım Sinan Özüdoğru
_______________________________
* Anıları Oral Çalışlar'ın Denizler İdama Giderken kitabından derledik. (Oral Çalışlar, Denizler İdama Giderken/ Ülkü Sağır, Tuğrul Eryılmaz, Oğuzhan Müftüoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Muzaffer Oruçoğlu, Mustafa Yalçıner, Nemci Demir, İlkay Alptekin Demir, Oğuz Etçi, Ayşe Emel Mesci, Atilla Keskin, Teslim Töre ve Çağatay Anadol, Güncel Yayıncılık, 2008, İkinci basım, İstanbul.)