Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Eduardo Galeano’nun bize bıraktığı çok şey var. O ‘kesik damarlar’la anılsa da, aslında biz onu çatık kaşlarıyla tutuyoruz aklımızda. Çatık kaşlı; çünkü o, toplu ölümlerin sıradan olduğu ‘asi kıta’dan yazdı bize; ‘asi kıta’yı turistik ya da sol bir romantizmle değil, gerçekten olduğu gibi yazdı. Uzaktan bize tümüyle solda gibi görünen yeni iktidarları desteklemekle birlikte, onlara eleştirel bir mesafede duran bir destekti bu.
Çatık kaşlı, çünkü yerlileri yazdı; uzak ve yakın tarihte ‘öteki-kırım’ olarak adlandırdığı toplukıyımlarını yazdı onların. Öteki-kırımın yalnızca geçmişe dair olmadığını, bugün de değişik ölçülerde gerçekleşmekte olduğunu ve gelecekte süregitmesi gibi bir tehlikenin varlığını yazdı bu çatık kaşlı yazar:
“Ve pek çok yıl sonra, Perulu romancı Maria Vargas Llosa, kültürlerini kurban etmek gerekse de açlıktan ve sefaletten kurtarmak için yerlileri modernleştirmekten başka çare olmadığını açıklıyor.
Kurtuluş, yerlileri bir kutu köpek maması almaya yetmeyen ücretler karşılığında gündoğumundan günbatımına kadar madenlerde, plantasyonlarda çalışmaya mahkum ediyor. Yerlileri kurtarmak aynı zamanda onların komüniter sığınaklarını yıkmayı ve dillerini,
isimlerini, giysilerini değiştirip sonunda dilenci, sarhoş ya da genelevlerde fahişe oldukları şehirlerin şiddet dolu çeperlerindeki ucuz işgücü fırınlarına atmayı da içeriyor. Ya da yerlileri kurtarmak sırtlarına bir üniforma geçirip, omuzlarında bir tüfekle öteki yerlileri öldürmeye ya da onları reddeden sistemi savunmaya göndermeyi içeriyor. Ne de olsa yerliler namluların dişine uygundur: İkinci Dünya Savaşı'na gönderilen yirmi beş bin Kuzey Amerikalı yerliden on bini ölmüştür.” (s.171)(*)
***
Latin Amerika bize dışarıdan bir bütün olarak görünse de, kıta ülkeleri arasında gerek tarihte gerekse güncel olarak düşmanlıklar sürüyor ve bunlar elbette egemen sınıfların kendi aralarındaki çıkar çatışmalarını ülkelere ve halklara mal etmeleriyle yakından ilişkili.
Galeano, hayata kendi memleketi olan Uruguay açısından değil, bütün bir ‘asi kıta’ açısından baktığı için hem zengin bir içeriği işliyordu hem de ‘halkların kardeşliği’ ülküsünün ısrarcı bir savunucusu olarak karşımıza çıkıyordu. Yerlilerin olmayan vatandaşlık hakları, gerileyen emekçi hakları, emperyalist müdahaleler, Latin Amerika’nın işbirlikçi burjuvazisinin halleri vb. onun eleştiri oklarının ilk hedefleriydi.
Yazmak, siyasi olarak etkin ve etkili bir yaşam sürmüş olan yazarın varlık koşuluydu. Ona işlevler yüklerken, şematizmden olduğu kadar gösterişli ifadelerden de her zaman kaçınıyordu:
“Hâlâ kendisinden habersiz olan topraklara aitim. Kendisini ifşa etmesine -ifşa etmesine, isyan etmesine- yardım etmek için yazıyorum ve onu ararken kendimi arıyorum, onu bulurken kendimi
buluyorum; onunla, onda kayboluyorum.” (s.14)
“Bilinçleri tutuşturmak, gerçekliği açıklamak: Böyle zamanlarda edebiyat bizim ülkelerimizde daha iyi bir işlev üstlenebilir mi? Sistemin kültürü, hayatın yerine koyulanların kültürü, gerçekliği maskeliyor ve bilinçleri uyuşturuyor. Ama, bir yazar, ne kadar ateşli olursa olsun, yalanın ideolojik dişlisine ve konformizme karşı ne yapabilir?” (s.22)
“... acılarını ve umutlarını binbir türlü ifade eden halk anlatıları çoğu zaman "halk adına" yazılmış eserlerden daha etkili, daha güzel olur.” (s.24)
“Nerede olursam olayım, hangi toprağa ait olduğumu asla unutmuyorum; eğer onu üstümde taşıyorsam, eğer onunla yürüyorsam, eğer oysam.” (s.32)
“Bu yüzden bir ülke ne kadar yoksulsa edebiyatı da o kadar gösterişli, o kadar alengirli olmak zorundadır; sanki halkın diyetindeki kaloriler ne kadar eksikse gerçekliğe sırtını dönmüş aydınların eserlerindeki kelimeler o kadar çok olmalıymış gibi.” (s.50)
***
Çatık kaşlının az bilinen yönlerinden biri, dilbilime ve özellikle de adlandırma biçimlerine olan ilgisiydi. Öncelikle meseleyi doğru koymak gerekiyordu ve ‘doğru koyma’nın ön koşulu, onu doğru adlandırmaktı. Türkiye’de de çokça örneğini gördüğümüz gibi, ezenler ve ezilenler, aynı durumu tam tersi ilan edebiliyorlardı:
“’Özgürlük’ benim ülkemde politik mahkumların yattığı bir cezaevi, pek çok terör rejimine ‘demokrasi’ deniyor; ‘aşk’ sözcüğü insanla otomobili arasındaki ilişkiyi tanımlıyor ve ‘devrim’den yeni bir deterjanın mutfakta yapabilecekleri anlaşılıyor; ‘zevk’ belirli marka yumuşak bir sabunun ürettiği bir şey ve ‘mutluluk’ sosis yemenin verdiği bir duygu.” (s.27)
“Avrupa Birliği'nin Irak'taki işkencelere karşı açıklamasında işkence sözcüğünden hiç dem vurulmadı. Bu nahoş kelimenin yerini ‘suistimaller’ kelimesi aldı. Bush ve Blair ‘hatalar’dan bahsettiler. CNN gazetecileri ve diğer kitle iletişim araçları yasak kelimeyi kullanamadılar.
Yıllar önce, Filistinli tutuklular yasal olarak ezilsin diye, İsrail Yüksek Mahkemesi ‘ılımlı fiziksel baskılar’a yetki vermişti. Latin Amerikalı subayların Las Americas Okulu'nda uzun yıllardan beri aldıkları işkence dersleri ‘sorgulama teknikleri’ olarak adlandırılıyor. Askeri diktatörlük yıllarında bu konuda dünya şampiyonu olan Uruguay'da, işkencelere ‘yasadışı baskı’ deniyordu ve hala da öyle deniyor.
“Uluslararası Af örgütü'ne göre dünyada işkence aletlerinin satışı Birleşik Devletler, Almanya, Tayvan, Fransa ve diğer ülkelerdeki pek çok özel şirket için çok parlak bir iş ama bu endüstriyel ürünler ‘kendini savunma araçları’ ya da‘suç kontrolü malzemeleri’ olarak anılıyor.” (s.131)
***
Galeano’nun en sık ele aldığı konulardan bir diğeri de sansürdü. Sansür, diktatörlüklerin vazgeçilmez baskı düzeneği olarak işe koşulurken, halka duvarlardan başka bir matbaa kalmıyordu:
“Yeni sansür yasası, diğer pek çok şeyin arasında, herhangi bir konu hakkında sokak röportajlarının ve uzman olmayan kimselerin görüşlerinin yayımlanmasını da yasaklıyordu.
Öyleyse, iktidarın tekeli sözün tekelini de dayatıyordu ve ‘sıradan vatandaş’ denilenleri de sessizliğe zorluyordu. Bu, özel mülkiyetin tanrılaştırılmasıydı ve yine öyle: Yalnızca fabrikaların, toprağın, evlerin, hayvanların hatta insanların sahipleri yoktu, konuların da sahipleri vardı.” (s.40)
“Diktatörlük aynı zamanda toplantıları, insanlar arasındaki her türlü buluşma, diyalog ve tartışma fırsatını da yasakladı; duvarların temizlenmesi konusundaki takıntısı da tesadüfi değil. Cezaevi gibi işletilen ülkelerde duvarlarda yazılar ya da resimler ışıldamaz. Duvar yoksulların matbaasıdır: Risk alarak, gizlice, bir anlığına, dünyanın unutulmuşlarına ve yoksullarına hizmet veren bir iletişim aracı.” (s.42)
***
Çatık kaşlının belirgin özelliklerinden biri, sömürgeci ve yeni sömürgeci güçlere yönelik keskin eleştirileriydi. ‘Batılı’/’Kuzeyli’ aydınlara da tepki gösteren ve büyük devletlerin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran bu eleştirilerde, gazetecilik mesleğinden, ezilenlerden yana yeniden yazılmasını talep ettiği tarihle ilgili bilgisinden ve söyleyiş güzelliğindeki gücünden izler görüyoruz:
“Bu dünya, bizim dünyamız, bu mezbaha, bu tımarhane tanrının eseri mi, insanların eseri mi? Hangi geçmiş zamandan doğdu bu şimdiki zaman? Niçin bazı ülkeler diğer ülkelerin sahibine dönüştü, bazı insanlar diğer insanların, erkekler kadınların, kadınlar çocukların, mallar insanların sahiplerine dönüştü?” (s.14-15)
“Eğer Salman Rushdie Hindistan' da kalsaydı ve romanlarını Hindu, Tamil ya da Bengal dilinde yazsaydı hakkında ölüm fermanı verilmesi kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde pek çok yazar yakın zamandaki askeri diktatörlükler tarafından ölüme mahkum edildi, idam edildi. Avrupa ülkeleri Rushdie'nin mahkumiyeti karşısındaki öfkelerini ve protestolarını ifade etmek için büyükelçilerini İran'dan çektiler; ama Latin Amerikalı yazarlar mahkum edilip idam edildiklerinde Avrupa ülkeleri büyükelçilerini çekmediler. Çekmediler, çünkü elçileri katillere silah satmakla meşguldü.” (s.70)
“Bazen Latin Amerika sözgelimi moda olur. Bütün modalar gibi geçici bir moda. O zaman kuzeyin entelektüelleri bize hayranlıkla gelip geçici bir göz atarlar.” (s.113)
“Uluslararası forumlarda eşitliği ve adaleti yücelten konuşmalar ne kadar çok yankılanırsa, uluslararası pazarlarda Güney'in ürünlerinin fiyatı o kadar düşüyor ve bir eliyle çaldığını diğer eliyle borç veren Kuzey'in parasının değeri o kadar yükseliyor.” (s.114)
***
Galeano’nun eleştirisi yalnızca Batı’ya ya da Kuzey’e yönelmez; Latin Amerika ölçeğinde olduğu kadar dünya ölçeğinde de ırkçılık, adaletsizlik ve eşitsizlik gibi daha sistematik çözümlemeleri gerektiren olguları gözden kaçırmaz. Diğer bir deyişle, kapitalizm eleştirisi yapmamalarına karşın anti-emperyalist olduklarını ileri sürenlerinkiyle aynı safta değildir o:
“Yoksullara zenginlik ilüzyonlan satılıyor, ezilenlere özgürlük ilüzyonları, yenilenlere zafer düşleri ve güçsüzlere iktidar düşleri.” (s.20)
“Gençlere -yapılarındaki taşlaşmışlık ya da boğucu baskı mekanizmaları yüzünden- politik katılım şansı vermeyen ülkelerde; eğlence ve israf toplumunun yan ürünü olarak dışarıdan ithal edilen ve parazit sınıfların yapay uzlaşmazlıklarından kaynaklanan ama bütün sosyal sınıflara önerilen sözde bir ‘protest kültür’ için en güvenilir zemin sunuluyor.” (s.22)
“Aslında insanları kafalara indirgeyen kafa işçileri (entelektüeller) ifadesi kadar insanları ellere indirgeyen kol işçileri ifadesi de insanlık durumunun aynı kırılmasının sonucudur. Kapitalist gelişim özürlüler yaratır.” (s.44)
“Açlığı öldürmek yerine açları öldüren ölüm musibetinden mustarip bu dünya, bütün insanlığa yiyecek olarak vermeye fazlasıyla yetecek kadar besin üretiyor. Ama bazıları açlıktan ölüyor, bazıları hazımsızlıktan. Ekmeğin gaspını garanti etmek için dünyada doktorlardan yirmi beş kat fazla asker var.” (s.69)
“Sistem alçaklığı alkışlıyor, eğer başarılıysa; başarısızlığa uğrarsa da onu cezalandırıyor. Çok çalanı ödüllendiriyor, az çalanı mahkum ediyor. Barış çağrısı yapıyor, şiddet uyguluyor. Sana komşunu sevmeni vaaz ediyor ama aynı zamanda seni onu yiyerek hayatta kalmaya zorluyor.” (s.111-112)
“Şairlerin ifade özgürlüğüyle bankerlerin spekülasyon özgürlüğünü aynı kefeye koyanlar var.” (s.112)
“Savaşların silaha ihtiyacı var, silahların savaşa ihtiyacı var, savaşların ve silahların da düşmanlara ihtiyacı var.” (s.146)
“Ekonomik güç hiçbir zaman olmadığı kadar tekelleşmiş durumda, ama ülkeler ve insanlar ellerinden geldiği kadar yarışıyorlar:
“Bakalım kim en aza karşılık en çoğu sunacak, bakalım kim yarısı karşılığında iki kat çalışacak. Yolun kenarında, dünyada iki yüzyıllık bir mücadeleyle söke söke alınan kazanımların kalıntıları yatıyor.” (s.151)
“İş sürekliliği ve öteki işçi hakları bundan sonra arkeolojik bir konu mu olacak? Soyu tükenmiş bir türün anılarından başka bir şey olmayacak mı?” (s.151)
“Ve sorular dizisinin sonuncusu: Dünyayı ezenler ve ezilenler diye ikiye ayıran paranın küreselleşmesi karşısında emeğin onuru için mücadele de uluslararasılaşacak mı? İşte esas mesele ...” (s.152)
“2001 yılında, New York kulelerinin yıkılışından kısa bir süre sonra Birleşik Devletler nüfusuna sorular yönelten anketörler farklı olarak, evet, bütün harfleriyle işkence kelimesini söylediler. Ve nüfusun neredeyse yarısı, yüzde 45'i, işkencenin "eğer bildiklerini söylemeyi reddeden teröristlere karşı uygulanırsa" onlara kötü gelmediğini söyledi.
Altı yıl önce, suç ortaklarının isimlerini vermeyi reddedince, Timothy McVeigh'e işkence yapmak kuşkusuz kimsenin aklına gelmedi. McVeigh'in Oklahoma'da koyduğu bomba çoğu kadın ve çocuk 168 kişiyi öldürdü ama McVeigh beyazdı, Müslüman değildi ve insanları canlı canlı pişirmeyi öğrendiği Birinci Irak Savaşı'ndan madalyası vardı.” (s.132)
***
Öte yandan, Galeano, solun yakın tarihiyle ilgili olarak farklı görüşlere sahip. Küba’ya eleştirel bir mesafeyle yaklaşıyor; çokpartili ve özgür basınlı bir sosyalizmi savunan görüşleriyle bilinen Rosa Luxemburg’dan alıntılar yapıyor (s.126). Küba’ya ilişkin olarak şöyle diyor Galeano: “Pazarın her şeye muktedirliğine yanıtın devletin her şeye muktedirliği olduğuna da inanmıyorum” (s.127)
Prag ve Afganistan yorumu ise şöyle:
“Nerede, ne zaman olursa olsun, halkların kutsal kendi kaderini tayin hakkına inanıyorum.
Bunu söyleyebilirim, en ufak bir vicdani rahatsızlık duymadan, çünkü bu hak solun geniş bir kesimi tarafından alkışlanarak sosyalizm adına ihlal edildiğinde de bunu açık açık söyledim, mesela 1968'de Sovyet tankları Prag'a girdiğinde ya da 1979 sonlarında Sovyet birlikleri Afganistan'ı işgal ettiklerinde olduğu gibi.” (s.129)
***
2012’de Latin Amerika yolculuğumda benim için bir tür el kitabı işlevi görmüş olan ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları’ kitabında, yazar, bölgenin sömürgeleştirilme sürecini etkileyici bir dille anlatıyordu. Kitap, kimi zaman bir sanatsal metne dönüşüyordu; kimi zamansa iktisadın derinliklerine dalan akademik bir kitaba. Turistlerin uğrak yeri olan Potosi’nin (Bolivya) gerçek öyküsüydü bu; Avrupalı bankacıların Latin Amerika’yı Potosi’den nasıl vampir gibi emdiğinin öyküsü...
Latin Amerika güncemde bu kitaptan birkaç nota ve alıntıya yer vermiştim. Belki de en çarpıcı alıntı –ki muz cumhuriyetlerine gönderme yapıyordu- şuydu:
“Kuran, muzu, cennet ağaçlarından biri olarak anıyor, ama Guatemala, Honduras, Kosta Rica, Panama, Kolombiya ve Ecuador’un muzlaştırılması, muzun bir cehennem ağacı olduğunu gösteriyor.” (s.108)
Çatık kaşlı yazar, yazının başında dediğimiz gibi, daha çok, ‘kesik damarlar’la tanındı. Kendisi, bundan bir ölçüde rahatsız olmuştu; çünkü bu kitap daha yazınsal kitaplarını gölgelemişti. Üstelik, polemiğe girdiği ve yukarıdaki alıntıda da anılan Llosa’nın yüzeysellik eleştirilerine de konu olmuştu. Aslında, Latin Amerika’nın damarlarında Galeano gibi yazarlar ve hepsinden önce beslendiği halk kültürleri sayesinde ipince ama taptaze bir kan akıyor şimdi. Damarlardaki kesikler kabuk bağlıyorlar; yüzyıllar süren sömürüden sonra ne kadar olabilirse o kadar... İşte bu “ne kadar olabilirse o kadar” düşüncesidir sonsuzluğa uğurlanmasından sonra bile Latin Amerika’nın ve Galeano’nun kaşlarını çattırmakta ısrarcı olan... (UBG/YY)
(*) Bu yazıdaki tüm alıntılar, son alıntı dışında yazarın seçme yazılarından oluşan Biz Hayır Diyoruz kitabındna yapılmıştır. Biz Hayır Diyoruz, Eduardo Galeano, Çev. Bülent Kale, Metis Yayınlar, İstanbul, 2006.