"Köyde benim ve kardeşimin renkli televizyonu ve oyun parkı olan bir yuvaya gideceğimiz lafı dolaşıyor. Kardeşimle 'Biz kuş değiliz ki; nasıl sığalım el kadar kuş yuvasına' diyerek gülüşüyoruz. Annem ağlıyor yeşil gözleriyle; biz köyden ayrılıyoruz ayağımızdaki kara lastiklerle. Kocaman, beton ve soğuk bir binaya giriyoruz. Çocukların olduğu ama hiç kuşun olmadığı farklı bir yuva burası.
"'Herkes kalksın. Geç kalana kahvaltı yok' diyen sesle uyanır, gerinemeden kalkardık. Yurtta yemek, uyku, etüt saatleri günlük yaşam planı çerçevesinde yürür. Etütleri 'okuyup adam olmak' için değil, oyun oynayarak değerlendirirdik. 'Hababam Sınıfı' filmindeki Mahmut Hoca, velilere 'Karnedeki notlar çocukların değil, sizin' der. Söylendiği gibi biz bir aileysek karnelerimizde parlayan sıfırlar biraz da yurt çalışanlarının değil mi?
"Çocukluğuma dair yedi yaşında olduğum sünneti hatırlıyorum sadece. Hastalandığımda yumuşacık elleriyle alnımdaki terleri silerek ruhumu güçlendiren Melek Uzman Ablamın okul korosu olarak verdiğimiz konsere gelip beni ayakta alkışladığını unutmadım. 'Sidikli paspas'lıktan kurtulunca yatağımda ve yüzümde açan güneşi, tatillerde boşalan yurtta artan kimsesizliğimi de, her mayıs ayında anneme yazıp farklı şehir ve adreslere gönderdiğim, geri gelmesin diye adresimi eklemediğim potkalları da unutmadım.
"Biz yuva-yurt çocuklarına özgü 'yaratıcı oyun zekası'nın eseri –bedava- bize has oyunlar vardı. Korkulukta yürüme, salıncaktan atlama, pencereden dışarı sidik yarıştırma, gaz çıkarma, çıplak elektrik kablosuna dokunma, sinek yakalama, duvarda kanatları kopartılmış sinekleri yarıştırma, zıldır zımba 1-2-3, araba saymaca, yağlı kayış, cüz, misket ve gazoz kapağı oyunlarını elbette unutmadım.
"Yurt müdürüne baba dediğimizden müdür değiştikçe babamız da değişirdi. Benim bıyık ve boyları farklı, değişik cezalar veren babalarım oldu. Çocukların müdür baba seçme hakkı olsaydı yardımcı hizmetli Süleyman Ağabeyi baba olarak seçeceği kesindi. Yurtta nöbetçilere Komiser, Dandik, Radar Kulak, Boksör, Baba, Cırlak, Tutanakçı gibi lakaplar takar, her birinin tarz ve sınırlılıklarını bildiğimizden ona göre davranırdık.
"Yurtta akşamları yüzüme yalnızlık ve sessizlik çarptığından içimden dışarı akan sesleri sadece ben duyardım. Geceleri de 'kara kedi kabusu' yüreğimi esir alırdı. Yatağımdaki sıcak, tüylü, yumuşak, mırıltılı ve gözleri yıldız gibi parlayan kediyi boynundan tutup, karşı ranzaya fırlatırken aklıma 'Gece altını ıslatan çocukları cin çarpar' diyen Ayşe Anne gelirdi. Cin, kedi kılığındaysa; Sidikli Hüseyin'in yatağında olması gerekmez mi? Bağırırdım sesimin çıkmadığından habersiz. Kediden kurtulmak için gözlerimi açtığımda vücudumu saran ıslaklık üşütürdü beni.
"İlk aşkım; Savcı baba, öğretmen annenin kızı, çakır gözlü dünya güzeli Eylem. Varlığımdan habersiz, yüreğimdeki yangınla yücelttiğim 'O kirlenmez, kötü söz söylemez, hatta bizim gibi çiş yapmaz' deyince arkadaşım Ferhat'ın 'Ağzına bile sıçar' dediği, çiçek ve oklu kalplerle süslü 'merhaba' diye başlayan mektubumu olumlu yanıtlayınca bulutlara çıktığım aşkım benim.
"Onunla buluşacağımız gün Yılmaz'ın gömleğini, İbrahim'in pantolonunu, Sinan'ın ayakkabılarını giymiştim. Biz acemi iki sevgili parkta otururken Yılmaz, Sinan ve İbrahim gelip: 'İhtiyacımız var. Gömleği / ayakkabıyı / pantolonu ne zaman iade edeceksin' diye sorunca kıza yurtta kaldığımı, üzerimdekilerin onlara ait olduğunu söylemiştim; zorlukla. 'Senin hiçbir şeyin yok mu' sorusunu 'Evet: bana ait hiçbir şey yok' şeklinde yanıtlamamıştım annesi, babası ve kendine ait giysileri olan biri beni anlayamayacağı için. İşte o gün öğrendim arkasına bakmadan gidenlerin dönmediğini.
"Yurt odasında cam kenarındaki ranzanın üst katındaki yatağıma uzanıp başımı ellerimin arasına alıp karşı binadaki kocaman camları olan evde pazar sabahı olup bitenleri gözlerdim. Evin annesinin kahvaltı hazırlamasını, suladığı sardunyaların arasında kahve içmesini, evin babasının eşini öperek 'günaydın' demesini ve akran yaşımdaki oğlunun saçlarını okşayarak uyandırmasını, evin çocuğunun aşağıdaki bakkaldan alıp koltuğunun altında taşıdığı ekmeği tırtıklamasını, küçük tavanın (sucuklu yumurta mı?) içine ekmek banmasını, cam bardakta çay içmesini seyrederdim."
Kuş Yuvası: Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurdu Günlerim
Yukarıda anlatılanlar İlyas Ali Daştan'ın (***) "Kuş Yuvası: Çocuk Yuvası ve Yetiştirme Yurdu Günlerim" adlı kitabındaki (****) günce tarzındaki öykülerden alınma. Sosyal hizmet aldığı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı bir yuvada Sosyal Hizmet Uzmanı olarak çalışan İlyas'ın yazdığı öyküler –aslında bu yazıyı da - okuyan birçok insana yabancı gelecek.
"Yurtta ve yuvada kalanlar yaşadıklarını ve deneyimlerini yazarak paylaşmalı. Çünkü damdan düşenin halini damdan düşen anlar'" diyen yazar yurt ve yuvalardaki o kocaman ve renkli dünyanın hüznünü yansıtarak etrafımızdaki kimseli / kimsesiz çocukların gözüne daha farklı bakmamızı hedeflemiş ve başarmış da.
Sevgili İlyas öykülerden birinde "Ben esasında fırtınalı deniz yolculuğunda gemisi batan ve ıssız adaya düşen kimsesiz ve yalnız bir çocuğum. Denize attığım potkal şişeleri, adanın diğer tarafından sahile çıkıp orada birikiyor olmalı. Sahilin öbür tarafına gitmek ve arada biriken potkalları görmek ne büyük hayal kırıklığı olur değil mi" diyorsun ya.
Yazıyı bitirirken bir sorum var sana.
"Sen annene –yoksa kendine mi?- yazdığın potkalların nerede biriktiğini öğrenebildin mi Aliye'nin babası olunca?" (ŞD/GG)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı
** Potkal: Issız adaya düşenler yazdıkları yardım mesajını bir şişe içerisine koyup, ağzına tıpa geçirip denize atarlar ya. O mesaj / olay.
*** İlyas Ali Daştan. Çekerek-1977 doğumlu. SHYO' 2000 mezunu
**** Görsel Tanıtım Ajans. Ankara, 2008.