Türkiye sosyalist hareketinin yarım yüz yıllık mücadelesine bakıldığında Sisifos’u hatırlamamak elde değil… Büyük bir kayayı yüksek bir tepenin zirvesine taşıma cezasına çarptırılan bu antik Yunan kahramanının zirveye her varışında kaya elinden kurtulur ve aşağıya yuvarlanır. Zaten ceza da budur ve sonsuza kadar her defasında aşağıya yuvarlanan o kayayı o tepeye taşıyacaktır.
Daha öncesi bir yana 1960’larda ve özellikle 1970’lerde kitlesel bir hareket haline gelen sosyalizmin Türkiye’deki serüvenine baktığımızda Sisifos’un cezasına benzer bir tarih ortaya çıkıyor. Çeşitli dönüm noktalarında sosyalistler tam da kayayı zirveye taşıdığını düşündüklerinde bir şekilde kaya ellerinden kayıyor ve yine en alttan başlamak zorunda kalıyorlar...
1968’de Paris’ten başlayan devrimci bir gençlik hareketi dalga dalga yayılarak Türkiye’ye kadar geldiğinde ve Dev-Genç’te ifadesini bulan bir devrimci gençlik hareketi üniversitelerden başlayıp köylere, kasabalara ve hatta fabrikalara kadar ulaştı. Haziran 1970’te yüz bin işçi İstanbul’u işgal ettiğinde sanki kaya zirveye yaklaşmıştı. İlan edilen sıkıyönetim ve 12 Mart muhtıra darbesiyle yarı askeri bir rejim kurulduğunda kaya devrimcilerin ellerinden kayıp aşağılara yuvarlanacaktı.
Kaya hep yuvarlanıyor
12 Mart döneminde örgütsel olarak tasfiye edilen ancak moral ve siyasal olarak yenilmeyen sosyalist hareket 1974 affıyla boşalan cezaevlerinin ardından yine kitlesel bir güç haline geldiğinde elindeki kayayla birlikte yükselmeye başladı ve sanki yine zirve görünmüştü. Ancak işçi hareketiyle birleşememenin de etkisiyle dağınık, parçalı varoluşunu aşamamış ama faşist hareketle sokak savaşına girerken kitlesel bir güç haline gelmişti. 1976 1 Mayıs’ında Taksim alanını dolduran yüz binlerce işçi, emekçi, öğrenci kayanın zirveye yaklaştığı duygusuna kapılmak için yeterliydi. Ancak hemen ertesi yıl 1 Mayıs 1977’deki katliamla kaya aşağılara yuvarlandı gitti. 1980’de gelen 12 Eylül darbesi ise kayayla birlikte devrimci hareketi de en aşağılara doğru fırlattı attı.
Ancak Sisifos’un inatçı çocukları her defasında kayayı yine sırtladılar, zirveye doğru tırmanmak için inanılmaz bir mücadele verdiler. Nitekim 1996 yılı başında solun çeşitli kesimlerinin bir araya gelişi ve ÖDP’nin kuruluşuyla kaya yine zirveye doğru yoluna devam etti. Bu sefer zirveye daha çabuk varacağız derken ÖDP’deki buluşma uzun sürmedi ve birkaç yıl sonra kaya yine kaydı ve aşağılara yuvarlandı…
Kayanın zirveye yaklaştığına, hatta zirveye vardığına dair duyguyu en son 7 Haziran 2015 seçimlerindeki HDP zaferiyle yaşadı sosyalist hareket ama bu da uzun sürmedi ve yeniden kaya ellerinden kaydı. Kürt hareketiyle ittifak hainde daha güçlü bir mevzi tutulduğu için 1 Kasım seçimleriyle tepenin eteklerine yuvarlanılmadı belki ama o zirveye ulaşma duygusu, zafer sevinci ve coşkusu da kayboldu. Şimdi devam eden saldırılara karşı daha aşağı yuvarlanmamak için bir direnç örgütlenmeye çalışılıyor.
70’li ve 80'li yıllar
Bütün bunları düşünmeye yol açan 70’li yılların kitlesel devrimci hareketlerinden birinin tarihini, 1975-85 arasını ele alan ve yeni çıkan bir kitap dizisi: Kurtuluş Kendini Anlatıyor. Dipnot Yayınları’ndan çıkmaya başlayan ve toplamda 6 veya 7 ciltten meydana geleceği belirtilen bu kitap dizisinde Kurtuluş Hareketi, kurucularından veya ilk Merkez Komitesi’ni oluşturan yedi kişiden başlayarak gerçekten de kendini anlatıyor. Nasıl kurulmuş, kimler tarafından kurulmuş, görüşleri nelermiş, nasıl ve nerelerde örgütlenmiş, nasıl mücadele etmiş vs...
70’li yılların başlıca devrimci hareketlerinden biri olarak Kurtuluş’u merak edenlerin aklına gelecek soruların hemen hepsine bu kitaplar cevap veriyor ve yeni çıkacak olanlarla daha da verecek.
SODİD (Sosyal Dayanışma ve İletişim Derneği) üyeleri tarafından bir sözlü tarih projesi olarak yürütülen çalışmalar sonucunda yayınlanan ilk kitaplarda Kurtuluş’un kurucuları İlhami Aras, Şaban İba, Ali Demir, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, İsmet Öztürk, Mahir Sayın ve Doğan Tarkan’la yapılan görüşmeler yer alıyor. Önümüzdeki aylarda bu siyasi hareketin içinde yer almış, siyasi sorumluluk üstlenmiş daha onlarca kadın ve erkekle yapılan görüşmeler kitap haline gelecek.
Deneyim ve birikim aktarımı
Bu kitaplar “hayatlarıyla Kurtuluş’u yapanları” tanıtan ve dolayısıyla bu siyasi hareket hakkında ilk ağızdan ve en güvenilir bilgileri aktarmakla kalmıyor, dönemin belirli bir siyasi örgütlenmesi üzerinden aslında bütün bir sol/sosyalist hareket hakkında da çok önemli bilgiler veriyor. Kurtuluş’u her yönüyle ele alan, tartışan, eleştiri ve özeleştiri yapılan bu görüşmeler 1975-1985 döneminin Türkiye solunu ve mücadele deneyimini, birikimini de geniş bir şekilde aktarıyor.
Nitekim Sunuş yazısında şöyle deniyor; “Bu çalışmadan muradımız Kurtuluş tarihi içinde yer almış, hayatlarıyla bu tarihi ‘yapmış’ insanların hikâyelerini ortaya çıkarmak ve bir anlamda bu tarihin ‘demokratikleşmesi ve çoğulculaştırılması’ için gereken koşulları hazırlayacak güvenilir belgeler ortaya koymaktır. Bir politik örgütlenmenin içinde yer alan her düzeyde kişiyle yapılan bu görüşmeler, belki de önceden dikkat çekmeyen birçok gerçeğin gün yüzüne çıkmasını, üzerine konuşulabilir, düşünülebilir hale gelmesini sağlayacaktır. Bu sayede gelecek kuşaklara zengin bir deneyim birikimi aktarılmış olacaktır.”
40 yıl önce, 40 yıl sonra
1976 Haziran ayında çıkmaya başlayan Kurtuluş Sosyalist Dergi ile örgütlenmeye başlayan Kurtuluş Hareketi’nin kurucularıyla yapılan görüşmeler okunduğunda 40 yıl sonra, 2016 Haziran’ında sosyalist hareketin hemen hemen aynı sorunlarla yüz yüze olduğu görülüyor. Peki, o zaman bütün o mücadeleler, ölümler, hapishaneler, işkenceler, işsizlikler, yoksulluklar, yoksunluklar boşuna mı? Elbette hayır! Bu zaman diliminde siyasi olarak elde edilen sonuçlar bakımından bir başarıdan söz edilemezse de sosyalist olmak, sosyalizm için mücadele etmek sadece siyasi sonuçlarla değerlendirilemez. Sosyalist olmak, sosyalizm için mücadele etmek bir yaşam tarzı, yeryüzünde bir varoluş hali olarak düşünülürse elde edilen siyasi kazanımlar da önemli olmakla birlikte daha da önemli olanın nasıl yaşandığı, ne için yaşandığı ve kimlerle birlikte yaşandığıdır.
Gidilen yol ve varılmak istenen hedef kadar yolculuğun kendisinin de önemli olduğu, hatta daha da önemli olduğu kabul edilirse sosyalizm için mücadele hiç de Sisifos’un cezası gibi görülemez. Çünkü o sonuçsuz gibi görünen, dönüp dolaşıp aynı yere gelinmiş gibi görünen süreçte aslında aynı sorunlar değil değişen koşullarda eski sorunlara benzer yeni sorunlar söz konusudur; geride kalan zaman içinde aslında her şeyin değiştiği ve o mücadelelerin de bu değişimi sağlayan en önemli etkenlerden biri olduğu anlaşılır. Ve tabii daha da önemlisi bu değişimin öznesi olan insanların sürdüğü hayatlardır; insan olmanın en gerekli şeylerinin yerine getirildiği, böyle anlam kazandırdıkları hayatlardır.
Ayrıca hayatta mucizelere de yer vardır ve “devrim” denilen şey veya sosyalizmin kuruluşu da bir tür mucize sayılabilir; bir gün o kaya o zirveye oturur ve bir daha aşağıya yuvarlanmaz! O zamana kadar baskı ve sömürüye karşı çıkmayı, özgürlük ve dayanışmayı, paylaşmayı ve insan olmanın gereklerini yerine getirmeyi temel almayan bir hayat yaşanmaya değer bir hayat değildir!
Kurtuluş Kendini Anlatıyor dizisi tam da bu tür hayat hikâyelerini anlatıyor... (SÖ/HK)
Künye: