CHP sözcüleri, seçim bildirgelerinde yer almadığı halde, 7 Haziran seçim kampanyası boyunca “Kürt sorununu ancak CHP çözer” sloganını kullandılar. Bugün de aynı savı sürdürmektedirler.
“CHP yöneticilerinin bu kadar kesin konuşmaları ve bu savı ısrarla yinelemeleri gerçekçi midir?” sorusuna yanıt bulmak gerekir.
Partinin karar organlarında sorununun çözümüne önem atfeden köklü bir yapı değişikliği olmadı. Keza partinin dünya görüşünde, demokrasi anlayışında, devlet ve millet kavramlarına yaklaşımında radikal değişiklikler yapıldığına ilişkin yeni bir bilgiye sahip değiliz.
“Buna karşılık CHP’nin yıllar önce Anayasa’nın değiştirilemez maddelerini korumayı partinin kırmızıçizgisi olarak ilan ettiğini biliyoruz. Oysa değiştirilmesi yasaklanan 2. ve 3. maddeler çok kültürlü demokratik hukuk devletinin oluşmasına ve Kürt sorununun çözümüne radikal biçimde engel oluşturmakta. Bu açık çelişkiye karşın CHP’nin Kürt sorununu çözecek tek parti olduğunu iddia etmesi ya bilgisizce ortaya atılan bir savdır, ya da Kürtleri aldatmaya dönük bir seçim propagandasıdır.
Anayasanın değiştirilemez maddeleri içerikleri açısından iki bölümdür.
Bir bölümü tartışma dışı hükümlerdir. Örneğin, Türkiye devletinin bir Cumhuriyet olduğu, bayrağının nitelikleri, İstiklal Marşı ve başkentinin Ankara olduğu hükümlerinin değiştirilmesi hiç kimsenin aklından geçmez.
Bunların değiştirileceği yönündeki söylentiler kamuoyunu kışkırtmayı amaçlayan mesnetsiz savlardır. Buna karşılık, 2. maddenin içeriği ile 3. maddenin ilk fıkrasında yer alan hükümler demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan kavramlardır. Bu hükümler Anayasada kaldığı sürece Türkiye’de çağdaş, çoğulcu, özgürlükçü demokratik bir hukuk devletinin kurulması ve Kürt sorununun çözümü asla mümkün değildir.
Demokrasiyle bağdaşmayan bu Anayasa hükümleri Atatürk’e izafe edilerek kutsallaştırılmakta ve değiştirilmelerini engellemek için gerçekdışı, kışkırtıcı yorumlar yapılmaktadır. Oysa Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu hükümlerin tanımladığı devlet ve milliyet kavramları büyük huzursuzluklara neden olmuş, toplumda derin yaralar açmıştır.
Örneğin yürürlükteki Anayasanın 2. maddesinde milliyetçilik şöyle formüle edilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti, (...) Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere (Atatürk İlke ve İnkılâpları) dayanan, demokratik lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Bu maddenin özünü oluşturan Atatürk milliyetçiliğinin açık ve net bir tanımı yoktur. Bunu herkes kendi meşrebine göre tanımlamakta. Atatürk’ün farklı amaçlarla, konjonktürel olarak, yaptığı kimi açıklamalar ise bu milliyetçiliği tanımlamak için referans olamaz. Atatürk milliyetçiliğini belirleyen onun sağlığında uyguladığı ve ondan sonra da sürdürülen milliyetçi uygulamalardır. Bunların günümüzdeki yansıması eğitim sistemimizin özünde yer alan ve askeri darbeler döneminde belirginlik kazanan şoven milliyetçi ilkelerdir.
Örneğin, 1925’te çıkarılıp yürürlüğe konulan “Şark Islahat Planı” Anayasanın öngördüğü Atatürk milliyetçiliğine açıklık getiren somut bir belgedir. Katı şekilde uygulanan ve on binlerce Kürt ailesini mağdur eden bu plan özünde asimilasyon amaçlı bir toplu sürgün belgesidir. Kürtçenin yasaklanmasını ve Kürtlerin büyük nüfus içinde dağıtılarak Türkleştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Atatürk milliyetçiliğinin bir diğer göstergesi 1934 tarihli “Mecburi İskân Kanunudur”. Bu Kanunun 2. maddesi “anadili Türkçe olmayanların (Kürtlerin) Akdeniz, Ege ve Trakya bölgelerine yerleştirileceklerini”, 13/3. maddesi de “Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve mahallelere küme teşkil edemeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskân edileceklerini” öngörüyor.
Kanun, Şark Islahat Planı’na yasallık ve süreklilik kazandırmak amacıyla çıkarılmıştır. İdare amirlerinin ve jandarmanın keyfi raporlarına dayanılarak uygulanmış ve on binlerce Kürt ailesini yıllarca mağdur etmiştir. Nihayet bu kanun, çok partili dönemin ilk yıllarında, DP muhalefetinin baskısıyla ancak 1947’de kaldırılabildi.
Atatürk’ün sağlığında ve onun buyruğu ile çıkarılıp uygulanan bu hukuksal belgeler Atatürk milliyetçiliğinin ırkçı ve asimilasyoncu niteliğinin somut kanıtlarıdır. Bugünkü evrensel ölçütlere göre, bir halkı topluca yer değiştirmeye zorlamanın ve dillerini yasaklamanın bir insanlık suçu olduğu göz önüne alındığında bu uygulamalara kaynaklık eden milliyetçilik anlayışını savunmamın meşruiyeti olamaz. Keza başlangıç bölümünde yer alan aynı nitelikteki Atatürk İlke ve İnkılâpları da 21. yüzyılda demokrasiyle yönetilen çağdaş bir devletin yönetim felsefesi olarak benimsenemez.
Anayasanın değiştirilmez maddelerinden olan 3. maddesinin ilk fıkrası da antidemokratiktir. Fıkra şöyledir: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Bu hükme göre devlet ülkenin ve milletin sahibidir. Onun çıkarları ülkenin, toplumun ve bireylerin çıkarlarından üstündür. Anayasası’nın birçok maddesinde yer alan bu hüküm, devletin bir hizmet örgütü olduğu ilkesini reddetmekte ona kutsallık ve üstünlük izafe etmektedir. Bu nedenle antidemokratiktir ve çağdaş hukuk devletiyle bağdaşmaz.
Öte yandan “milletin bölünmezliği” deyimi de ırkçı uygulamalara olanak sağladığı için sakıncalıdır. Örneğin, Türkiye’de Türklerden başka bir halkın yaşadığını ifade etmek ‘milletin bölünmez’ bütünlüğünü ihlal suçu sayılmaktadır. Nitekim yıllardan beri yapılan uygulamalar bu yönde olmuştur.
Aynı maddedeki ‘Devletin dili Türkçedir’ hükmü de hem evrensel ölçütlere, hem de toplum gerçeklerine aykırı olduğu için antidemokratiktir. Toplumda başka dillerin konuşulmasına olanak tanımadığı için savunulamaz. Bu ifade ancak ‘Devletin resmi dili Türkçedir’ biçiminde formüle edildiği takdirde meşruluk kazanır.
Anayasanın değiştirilemez maddeleri korunduğu takdirde öz bakımından yeni ve demokratik bir anayasa yapmak da mümkün değil. Nitekim Anayasa Mahkemesi değiştirilmeleri yasaklanan maddeleri rejimin özünü oluşturan temel hükümler olarak benimsemekte.
Bu görüşe uyarak, anayasa değişikliklerini esastan denetleme yetkisi olmadığı halde, değiştirilemeyecek maddelere aykırı gördüğü değişiklikleri iptal etmeyi içtihat haline getirmiştir. Değiştirilmesi yasaklanan maddeler korunduğu takdirde 66. maddedeki vatandaşlık tanımının demokratikleşmesi, Türkçe dışında anadilde eğitim yasağının kaldırılması ya da özerk yerinden yönetim ilkesinin kabulü vb. çağdaş demokratik hükümleri kapsayan yeni bir anayasanın yapılması mümkün değil. Aksi halde anayasada yapılacak çok kültürlü ve çoğulcu nitelikteki her değişiklik Anayasa Mahkemesince iptal edilebilir.
Bu gerçek ortada iken Anayasanın değiştirilmesi yasak maddelerini korumayı kırmızıçizgi ilan eden CHP’nin Kürt sorununu çözme iddiası havada kalmakta. Aksine söylemler, içtenlikli olsalar bile, Kürtleri hayal kırıklığına uğratmaktan öteye bir sonuç vermez.
Hem Anayasanın ilk üç maddesini korumak hem de demokrasiyi geliştirerek Kürt sorununu çözmeye talip olmak gerçekçi olmadığı gibi, inandırıcı da değil. CHP birbirini nakzeden bu iki karşıt tezden birini seçmek zorundadır.
Ya kuruluşundaki ilkelere bağlı kalarak Anayasanın değiştirilemez maddelerine sonuna kadar sahip çıkacak, demokrasiden ve Kürt sorununu çözme iddiasından vazgeçecek. Ya da programını yenileyerek Anayasanın değiştirilemez maddelerini partinin kırmızıçizgisi olmaktan çıkaracak. Ve başta demokrasi ile Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmeye talip çağdaş bir sosyal demokrat parti hüviyetini kazanacak. CHP için bir üçüncü yol halen izlemekte olduğu yoldur. Bu da sözel savlarla siyaset yapmak ve statükoyu korumaktır.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun “MHP ile CHP arasında küçük detaylar dışında temelde hiçbir fark olmadığını belirten” son açıklaması ile CHP tercihini yapmıştır. Kuruluştaki tek kültürlü ulusalcı ilkelere bağlı kalmaya kararlıdır. Artık ‘Kürt sorununu ancak CHP çözer’ savı anlamsız bir retorik olarak kalmaktadır. (TZE/EKN)