Herhalde tarihte bu kadar çok isim verilen başka bir kriz olmamıştır. 2008 yılında patladığında salt konut sektörü ile sınırlı görülmeye/gösterilmeye çalışmıştı.
Nitekim uzun süre "mortgage krizi" diye adlandırıldı. Sonra işin boyutlarının konutu aştığı kabul edilerek "finans krizi" olmaya layık görüldü. Ülkeler tek tek iflasa sürüklendikçe "ekonomik kriz" aşamasına terfi etti. Bu aralar çekingen ifadelerle "sosyal kriz"e dönüşmekte olduğu lafları ediliyor.
Ekonomi ile siyasetin birbirini dışlayan iki alan olduğunu insanlara kabul ettirmek için o kadar gayret sarf edildi ki, "siyasi kriz" teriminin ağza alınmasının da bir süre gerektireceğini tahmin edebiliriz.
Ondan sonraki aşama "askeri kriz"dir ki oralara gelmemek için şimdiden tedbir alınması şarttır.
Krizle başa çıkmak için temel tartışmaların hala sürdüğü bir dönemi yaşıyoruz. Dünya ekonomisine yön verenlerin çoğu hala liberal ilkelerden taviz vermemek için direniyor.
Para arzını artırarak, tüketici kredilerini canlandırarak ek talep yaratmaya, piyasaları kımıldatmaya çalışıyorlar. Kamu harcamalarını devreye sokmak onlara hala kabus gibi geliyor.
Oysa Galbraith'in "Ekonomik bunalım gerçeği ile karşı karşıya kalan bir devletin Keynesçi olup olmaması siyasal anlamda intiharı seçip seçmemesi anlamını taşımaktadır" sözü halen geçerliliğini koruyor.
Eninde sonunda Keynesçi politikaların devreye gireceğini, kamu harcamalarının artırılacağını görmek müneccimlik sayılmaz.
Tabii her hükümetin meşrebi ayrı. Kimi ortalık savaş alanına çevrildikten sonra bu politikaları kabullenir, kimisi de kıyametin kopmasını beklemeyecek kadar dirayetli çıkar. Ama er geç hepsi de benzer kararlara varır, kamu harcamalarını artırır.
Fakat kamu harcamalarının artırılması da kritik kararların sonuncusu değildir. Bundan sonra iki konuda daha karar verilmesi gerekir. Bunlardan birincisi kamu harcamalarının finansmanına ilişkindir.
Kamu harcamaları ya vergileri artırarak, yeni vergi koyarak karşılanır ya da devletin finans kuruluşlarından kredi alması, para arzını artırması gibi açık finansman işlemleriyle.
Dünyada monetarist politikaların egemenliğine girildiğinden bu yana, yani 30-35 yıldır ikinci görüş uygulanıyor. Hemen bütün ülkelerde vergiler düşürüldü.
Vergilerin yükseltilmesi yoluyla kamu harcamaları ve yatırımları artırılsa bile toplam talebin büyümeyeceği savunuldu. Talebin artırılmasının tek yolunun finans kurumlarının kredi yoluyla para yaratması olduğuna inanıldı.
Başlangıç döneminin yıldızları Reagan ve Thacher'in yanı sıra Şili'nin Pinochet, Türkiye'nin Kenan Evren-Turgut Özal yönetimleriydi. O yıllarda uluslararası kuruluşlar tarafından dünyaya örnek gösteriliyorlar, her türlü yardımla destekleniyorlardı.
Zamanla bu politikalar diğer ülkelerde de yayıldı. Bu görüşler hala egemen. Hükümetler vergileri artırmaya çekiniyor. Vergi artışından söz edilen ülkelerde iş çevreleri sermayelerini yurt dışına çıkarıyor, hatta bazıları bununla da yetinmeyerek, hükümetleri vatandaşlıktan çıkarak başka ülkelere yerleşmekle tehdit ediyor.
Liberal tezlerin aksine, dünya deneyimi vergileri artırmak yoluyla kamu harcamalarının artırılmasının toplam talepte ciddi büyüme sağladığını, ekonomiyi canlandırdığını gösteriyor.
İstihdamın azalmasının ve kapasite kullanım oranlarının düşmesinin önüne geçmenin kısa dönemde en etkin yolunun kamu gelirlerinin ve harcamalarının artmasından geçtiği anlaşılıyor.
Tartışma burada da bitmiyor. En kritik ve belki de son soru bu aşamada soruluyor. Devletin hangi harcamaları artırılacaktır? Askeri harcamalar mı, sivil harcamalar mı?
Sivil harcamalar devletin doğrudan yatırımları şeklinde olabileceği gibi, yoksullara yardım, destekleme alımları, sektörel teşvikler, piyasadan mal ve hizmet alımları şeklinde de olabilir.
Bu tür yatırımlar piyasanın işleyişine müdahale niteliğinde olduğundan, liberal bakışla pek hoş görülmez. Aslında bu harcamaların çoğu kaçınılmaz olduğu için bir dereceye kadar katlanabilirler ama hoşgörülerinin de bir sınırı vardır.
Oysa askeri harcamalar, zaten piyasa dışı olduğundan, fazla bir sakınca yaratmadan artırılabilir. Liberal iktisatçıların ve iş çevrelerinin sinirini bozmaz. Tarihte krizi atlatmak için etkili olduğu kanıtlanmıştır.
29 Krizinden sonra Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) devletin sivil harcamaları, Almanya'da askeri harcamaları artırılmıştır, ama sonuçta kriz İkinci Dünya Savaşı'nda hepsinin birden askeri harcamaları artırmasıyla sona ermiştir.
Askeri harcamalar krizden çıkışa iki aşamada katkıda bulunur. Önce, çarpışma aşamasında silah, mühimmat, teçhizat, ulaşım, sağlık vb birçok alanda yoğun harcama yapılır.
Savaştan sonra da, savaş esnasında yakılıp yıkılan yerlerin yeni baştan yapılması için gereken yatırım ve malzeme alımları ile yeni harcamalar yaratılmış olur. İstihdam artar, fabrikaların kapasite kullanım oranları yükselir.
Soğuk savaş döneminde bu kadarına da gerek yoktu. Savaşın kendisi değil, sürekli savaş tehlikesini gündemde tutan atmosfer bile askeri harcamaları sürekli olarak artırmaya yetiyordu.
Bu dönemde bütün ülkelerde inanılmaz bir silahlanma yaşandı, silah ve mühimmat stokları olağanüstü ölçüde büyüdü.
Askeri stokların boyutunu anlamak için geçtiğimiz günlerde Afyon'da esrarengiz bir şekilde havaya uçurulan cephanelik iyi bir örnek olabilir.
O patlamada 1930'lu yıllarda üretilmiş bombaların hala tüketilemediği ortaya çıktı. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) verilerine göre Türkiye dünyanın en çok silahlanan ülkelerinden biri.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce ithal ettiği silahları kullana kullana hala bitirememiş ve yine de dur durak bilmeden silah almaya devam ediyor. (Bir ihtimal de askeriyenin stok yönetimini becerememesi ki o takdirde işler iyice kontrolden çıkmış demektir.)
Tabii ki Türkiye dünyadaki tek örnek değil. Türkiye en çok silah harcaması yapan ülkelerden biri ama öteki ülkelerin çoğu da yoğun şekilde silahlanıyor. Dünyada akılla açıklanamayacak ölçüde büyük bir silah stoku olduğu anlaşılıyor. Küçük, yerel savaşlarla bu stokun eritilmesi çok zor.
Ayrıca, Paul Sweezy daha 1970'li yıllarda, askeri teknolojinin çok geliştiğini, emek yoğun niteliğini kaybettiğini, yeni savaşların eskisi kadar ekonomiyi canlandırma gücünün kalmadığını söylüyordu. Haklı olabilir, ABD 2008 yılında krize girdiği sıralarda tarihinin en büyük savunma bütçesine sahipti. Kriz patladığında Irak savaşı durulmaya başlamıştı, Afganistan'da çarpışmalar hala sürüyordu.
Bütün bunlar krizle başa çıkmak için savaşın da çözüm olamayabileceğinin işaretleri. Yine de, eğer kriz varsa savaş tehlikesi de vardır.
Kriz derinleşirse savaş tehlikesi de büyür. Dünyanın egemenlerinin güçlerini ve servetlerini korumak için yapmayacakları şey olmadığını tarih bize gösteriyor. Ne kadar akıl dışı olsa da, kriz şiddetini artırdıkça içlerinde savaşı denemeye hevesli olanlar çıkabilir.
İşin daha da vahim tarafı, büyük bir dünya krizi söz konusuysa savaşın da o ölçüde büyük olması ihtimalinin yüksekliğidir. Öyle Suriye savaşı, İran bombardımanı ile piyasa açılmaz. Eğer savaşı çözüm olarak düşünürlerse daha büyük maceraları gözlerine kestirmeleri gerekebilir.
Bütün dünya için geçerli olan Türkiye için de geçerli. Böyle bakınca, geçenlerde Meclis'ten geçen teskerede "yabancı ülkeler" gibi genel bir ifadenin kullanılması başlı başına bir tedirginlik nedeni oluyor.
Sanki Suriye ile başlansa da, ister istemez başka yerlere de sirayet edeceğini hesaba katıyor gibiler.
Savaşı salt ekonomik nedenlerle açıklamak doğru olmadığı gibi, savaşa ekonomik gerekçelerle karşı çıkmak da utanç vericidir.
Elbette aslolan ahlaki olarak savaşa karşı koymak. Fakat ekonomik çıkarların her şeyin üzerinde görüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden, krizle başa çıkma politikaları üzerine kafa yormak, taraf olmak, mücadele etmek -lafın gelişi değil, kelimenin gerçek anlamıyla- hayat memat meselesi haline geliyor. (BD/HK)