Kriz otoriter eğilimleri arttırırken bir yandan da sürekli savaşlarla birlikte anılıyor. ABD'den dünyaya yayılan Wall Street protestosu ve ABD'de yönetiminin sertleşen tavrı, G-20 Zirvesi'ni protesto eden kitlesel eylemler, Yunanistan'ın Avrupa Birliği'ni sarsan ekonomik iflası ve halkın sokaklara dökülmesi, Arap Baharı, NATO askeri müdahalesi ve Ortadoğu'da değişen rejimler, Suriye üzerinde artan baskı ve müdahale olasılığı; ABD, İngiltere ve İsrail'in İran'a saldıracağı haberleri...
Aşırı işsizlik, iktidarların otoriterleşmesi derken sonunda 1930'lara dönüldüğü uyarıları da gelmeye başladı. Son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı Jean-Paul Costa felaket senaryosundan söz etti: "Çok ciddi ekonomik ve sosyal kriz, aşırı işsizlik, iktidarı ele geçiren otoriter rejimler ve sonuç olarak da savaş."
Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Haluk Gerger'e ekonomik krizin savaşlarla ilişkisini sorduk. Gerger tarihsel deneyimlerden nükleer silahlara, ideolojik tahribattan savaşlara uzanan bir tablo çizdi; içine savaşın freni olabilecek dinamikleri yerleştirdi.
Savaşa giden kriz
Tarihsel deneyim bize açık bir biçimde gösteriyor ki kapitalizmde büyük krizler, askeri harcamaların artması ve savaşlarla alt edilebiliyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin gelişmesi; üretici güçlerin gelişmesi, demokratik hakların verilmesi, emekçilerin sosyal güvenlik, sosyal refah hakları aslında geçici ve istisnai bir durumdu. Daha sonraları önce enflasyon, arkadan işsizlik ve nihayet borç uygulamalarına dayanarak kapitalizm bugüne kadar geldi. Şimdi bütün bu yollar tükendi. Bu krizi atlamıyor kapitalizm. Trilyonlar harcandı, ellerindeki bütün olanakları kullandılar ama biliyoruz ki bu kriz aşılamadı ve daha kötüsü de gelecek.
Senaryo mu, olasılık mı?
Bu dönemden nasıl çıkılacak denildiğinde, akla hemen silah harcamaları ve savaşlar geliyor, hatta Avrupa içinde savaş olur diye senaryolar yazılıyor. Bunlar boş şeyler değil. Hem içinde yaşadığımız durum hem tarihsel deneyim bize kapitalizmin bu büyük bunalımlarda önce korumacılığa geçmesi, o korumacılığın büyük tekeller ve onların devletleri arasında büyük gerginlikler yaratması; sonuçta da ortaya çıkan bunalımın ancak askeri harcamalar, üretici güçlerin tahrip edilmesi ve büyük savaşlarla kontrol altına alınabilmesi olgusunu gösteriyor.
Ya sosyalizm ya barbarlık, hatta yok oluş lafı bir basit slogan değildi. Birikmiş insani deneyimlerden süzülmüş bir özdeyişti aslında. Hızla ona doğru gidiyoruz.
Propaganda makinesi sustu
Ve kapitalistler de onların sözcüleri ve teorisyenleri de henüz bu felaket senaryoları dışında bir şey üretemiyorlar. Halbuki, bu propaganda makinesi genellikle muazzam çalışır ve pembe hayaller üretir. Ama artık onlar da üretemiyor. Bu içinde yaşadığımız dünyanın ve kapitalizmin istisnai dönemlerinin sona erdiğini ve sermayenin iç dinamiklerinin, yasalarının ve kapitalizme özgü kaçınılmaz hastalıklı çelişkilerin yapay ya da geçici önlemlerle önlemediğini açık biçimde gösteriyor. Bunun kötüsü İsrail İran'a saldırır, Suriye'ye müdahale edilir, Ortadoğu patlar; Afrika zaten perişan durumda; İtalya, Fransa batarsa seyreyle gümbürtüyü; Amerika Birleşik Devletleri'nden (ABD) Çin'e saldırır, vs... Bunlar uydurulmuş senaryolar değil, yaşanmış şeyler. Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı bu tür bunalımların sonucunda ortaya çıkmıştır zaten.
İnsanlık belleğini kazanırsa...
Bu felaket senaryoları karşısında bir de nesnel frenlerden söz edilebilir. Birincisi, kitleler ne yapabilir?..
Kapitalizmin açığa çıktığı, faşizm ve savaşlar dönemleri sonrasında büyük halk hareketlerinin, özellikle örgütlü işçi sınıfının hayata müdahil olduğunu tarihsel deneyim bize gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası Bolşevik devrimi; İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin gelişmesi, Çin, Asya'da ulusal kurtuluş savaşları ve Avrupa'da sosyalist rejimler, vs...
Ancak tarih her zaman düz bir çizgi izlemiyor. Büyük bir felaket oldu dünyada: Neoliberalizmin başka bir hayat projesini insan belleğinden silen çok etkili bir ideolojisizleştirme saldırısı oldu. Bir tür ideolojisizlik ideolojisi! Eskiden daha iyi bir hayat, daha iyi bir dünya bir seçenekti; insanlığın müdahil olması bakımından bir fren. Bugün ise bir başka proje kavramı çok büyük ölçüde insanlık belleğinden silindi. Eskisi gibi başka yaşam projelerini gündemine alabilecek bir büyük insanlık söz konusu değil. Büyük felaketler sonrasında bu bellek yeniden ortaya çıkarsa hiç kuşkusuz artık insanlığın kapitalizmden vazgeçmesi biçiminde ortaya çıkar.
Neoliberalizmin tahribatı
Ama bir barbarlığa dönüşme ihtimali de yok değil. Sadece neoliberalizmin ideolojik saldırısından ve onun getirdiği ideolojisizlik ideolojisinden söz etmiyoruz çünkü, aynı zamanda örgütsüzlüğünden, sinisizminden; toplumsallıktan kaçış, vahşi kapitalizmin bireyciliğine sığınış, değerlerin yıkımı, insani tahribat, moral tahribattan söz ediyoruz. Kapitalizm yalnızca hastalık, enerji yoksunluğu, açlık, savaş getirmiyor; böyle ideolojik felaketler de getiriyor. Ama insanlıktan umut kesilmez tabii.
Nükleer fren
Nesnel frenlerden biri de nükleer silahların varlığı. Çağımızda savaşların nükleer savaşlara dönüşme olasılığı yüksek. Nükleer silahlar epey yaygın durumda ki bu da savaşların kriz çözücü rolünü önemli ölçüde düşürüyor. Topyekun bir nükleer savaş dünyanın sonu da olabilir. Biz kapitalistlerin ve onların devletlerinin çılgınlaşabildiğini, gözü dönmüş bütün bu işleri yapabileceğini biliyoruz. Ama bir nükleer fren de söz konusu. Bunu unutmamak lazım.
Silahlanma nükleer riski arttırıyor
Nükleer silahların yayılması nükleer caydırıcılığı arttıran bir unsur değil. Tam tersi; nükleer silahların yayılması nükleer riski arttırıcı unsurdur. Unutulmamalı ki, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyi düştükçe nükleer silahlara sahip olmanın getirdiği riskler de artıyor. Bizim bildiğimiz Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ile ABD arasındaki caydırıcılık da pamuk ipliğine bağlı bir dehşet dengesiydi. Bugün o dehşet dengesi ortadan kalkmış olmasına rağmen ABD, Rusya, Fransa, Çin gibi büyük oyuncular nükleer silahlanma yarışında muazzam bir modernizasyon içinde. Nükleer silahların sayısal olarak düşürülmesi aldatıcı, çünkü kalitetif olarak büyük aşamalar kaydediyorlar. Dolayısıyla sayı önemini yitiriyor ama nükleer silahların riski ve yok edici etkileri çoğalıyor.
Hamamböcekleri kazanır
Nükleer silahları kullanmayı kimi ırkçı mülahazalarla da kaçınılmaz savaşın doğal sonucu ve hatta kendi hakkı gören anlayışlar giderek egemen oluyor. Bugün Soğuk Savaş döneminin dehşet dengesinden daha kötü bir durum var. Yine de tabii nükleer silahların, bir büyük nükleer savaşın tek galibinin hamamböcekleri olduğunu biliyoruz. Bu gözü dönmüş emperyalistleri de etkiliyordur, çünkü radyasyon sınıf farkı gözetmiyor. İşin böyle bir tarafı var.
Ancak öbür tarafı da var tabii... Kapitalistlerin kendileri de onların üniversitelerinde, askeriyedeki, siyasetteki hizmetlileri de sonuçta sermayenin ve piyasanın kendilerini aşan dinamiklerine tutsak durumda. Dolayısıyla piyasa ve sermayenin dinamikleri onların iradelerini de aşabiliyor. Mesela borsayı, piyasayı anlatırken bir kişilik gibi anlatıyorlar: düştü, çıktı, denedi... Bizim dışımızda, hatta bize hükmeden zaaflı ve kaprisli bir üst kişilik piyasa ve sermaye dinamikleri. Bazen sahiplerini de esir alıyor ve aldığı zaman felaketin de yolu açılmış oluyor. Böyle bir dünyada yaşıyoruz.
Örgütlü insani güç
Tek yol var. Sonuçta bunu önleyecek örgütlü insani güç. Onun için bugünün meselesi; felaketten sonra değil de şimdiden emeğin ve işçi sınıfının örgütlenmesine ve öteki duyarlı toplumsal kesimleri de kendi şemsiyesi altında toplayarak bir sosyal, insani güç oluşturma meselesi. İnsanlık bütün bu ideolojisizleştirme, örgütsüzleştirmeye karşı bunu becerebilirse bir umut olabilir. (YY)