DC Comics'in yaratıcı evreninden sinemaya uyarlanan Batman serisinin anti kahramanı olarak yakından tanıdığımız Joker karakterinin spin-off'u olarak Todd Phillips rejisiyle beyaz perdeye aktarılan filmi Joker, vizyona girdiği günden bu yana hakkında en çok konuşulan yapımlardan biri oldu.
Kuşkusuz bunun nedeni: Hollywood yapımı süper kahraman filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz nedensellik bağlarından münezzeh kurulmuş irrasyonel kötü karakterlerin, seyircinin esas kahramanla kuracağı özdeşleşme deneyimini sekteye uğratmayacak şekilde oluşturduğu formüle, joker karakteri vasıtasıyla indirdiği darbe.
Kapitalizmin steril çocuğu Batman
Film bu bağlamda yıllarca Gotham City'nin istikrarının güvencesi olarak temsil edilen, kapitalizmin steril çocuğu Batman'in tanıklığında izlediğimiz hikayeyi bir kez de Joker'in izini sürmeyi deneyerek anlatıyor ve seyirciyi madalyonun öteki yüzüne davet ediyor.
Diğer bir ifadeyle, aksiyonun nabzının attığı vakayı değil de Gotham'ı o vakaya taşıyan koşulları sondajlamayı deniyor. Şehrin idaresini üstlenen Wayne ailesi ise ilk defa bu hikayede Gotham'ın bir lütfu değil.
Film hakkında kabaca bir girişten sonra, benim seyir deneyimimi şekillendiren, bir anlamda ilgimi anlamlandırma çabama denk düşen; Joker'in Joker olmadan önce en büyük hayali komedyen olmak olan, belirli türden bir psikopatolojiyle yaşamını sürdüren, palyaço olarak ücretli bir işte çalışan Arthur'un, tanınma ve hayatta kalma pratiklerinde kendini gösteren, kırılganlaşma/mülksüzleştirilme durumu ve bu tekil kırılganlık hikayesiyle, Gotham'ın kendi idari krizi arasında kurulan paralellikler oldu.
Çünkü adı her ne kadar Joker olursa olsun, anlatılan Arthur'un hikayesiydi.
Bir kırılganlık portresi: Palyaço Arthur
Gotham'da kırılganlaştırmanın nasıl işleme sokulduğu üzerine düşünmeden önce, burada ifade edilme şeklinin yol açabileceği kavramsal muğlaklığı önlemek adına, kırılganlıktan kastımın ne olduğunu netleştirmem gerekiyor.
Literatürde bir diğer ifadesi: latince kökenli precari, precor sözcüklerinden gelen, Türkçe'de Prekarlık ya da Prekarite sözcükleriyle karşılanan, ekonomi politik çalışmalardan kültürel çalışmalara kadar birçok alanda hakkında bilgi üretilen bir kavram olmakla beraber, bu çalışmalarda ortaya çıkan tanımların ortak kümesine dahil edebileceğimiz en genel anlamıyla; güvencesizliği, kırılganlığı, kesin bir statüye sahip olmayanı, başkasının hükmüyle risk altında olmayı ve maddi/gayrimaddi tüm hayata yayılan mülksüzleşmeleri ifade eder.
Buradan bakıldığında hikayede olup bitenleri bir soruyla özetlemeye kalkarsak eğer:
Nasıl oluyor da Gotham ahalisinin hayatını sürdürebilmesi için işleyen gündelik düzen tam da aynı nedenlerle Arthur'un hayatını sürdürülemez kılıyor?
Arthur'un kendindeki Joker'i bulma sürecinin altında yatan nedenleri bu soruya verilebilecek muhtelif yanıtlar içeriyordu.
Prekerlaşma hikayesi ve klişeler
Film elbette bir süper kahraman serisinden çekip çıkarılan bir karakterin hikayesini mercek altına alıyor olmasının şanından olsa gerek, bu prekarlaşma hikayesini birtakım anlatı klişelerine başvurarak cömertçe arabeskleştirmeyi ihmal etmiyor. Arthur karakteri çocukluğunda baba figürünün eksikliğini yaşamış, annesi tarafından şiddet görmüş, istismara maruz bırakılmış ve anladığımız kadarıyla tüm bu deneyimler kendisine psikopatoloji olarak geri dönmüş olan bir karakter.
Filme göre "bu yüzden" normatif kabul şemalarının dışında kalmış bir tekilliğe sahip, dolayısıyla küçüklüğünde şiddet ile başlayan hasar alma süreci iş yaşamında da sosyal dışlanma, zorbalığa maruz kalma, geçici güvencesiz işlerde çalışma döngüsüyle devam ediyor.
Tüm bu kişisel hikayedeki hasar ise arka planda Gotham'da çöp grevinin başladığı, organize suçların arttığı, yoksullara dönük işleyen sosyal hizmetlerin geri çekildiği bir atmosferde ve bunlarla paralel artarak devam ediyor.
Yani şehrin Wayne ailesi tarafından yönetilme biçimi ya da yönetsel krizlere karşı aldığı önlem biçimleri; tüm nüfusu kontrol edebilme, gündelik hayata ve üretime katabilme yani "sürdürme ve hayatta tutma" adına yoksulların ve normatif kabul şemalarının dışına düşenlerin hayatlarının ölüme ve riske seferber edildiği bir ortamda gerçekleşiyor.
Kısa süre sonra Arthur da sevdiği palyaçoluk işinden arkadaşının onun özel durumunu istismar ederek kurduğu tuzağı ve "beceriksizlik" suçlamalarıyla atılıyor. Böylelikle Gotham'da gündelik hayatın bizzat kendisi, yaşam ve ölümün standardize edildiği idari bir tertibatın ana fonksiyonu olarak işlevleniyor.
Gotham'ın sosyal politikaları ve eleştirinin çözülüşü
Ancak tüm bu saldırılara rağmen, Arthur kendini ifade edebildiği tek yer olan kısa bir süre sonra onu da kaybedeceği belediyenin ücretsiz psikoterapilerini -her ne kadar dinlemiyor olsa da- seviyor.
Burada bana kalırsa filmdeki eleştirel iddianın kendini çözmeye başladığı yerleri görüyoruz. Zira Arthur'un her şeye rağmen varoluşundan suçluluk duyan, psikopatolojisini bastırmak için daha fazla ilaç talep eden, başarısızlıklarından kendini sorumlu tutan, bu bağlamda da sistemin ürettiği tüm dayatmacı öznellik normlarının geçerliliğine kendine rağmen ikna olmuş biri olarak sunulması ve kendinden utanışı sanki ısrarla "iyi insan" olarak kalmak isteyen birini gösteriyor.
Buradaki uyumluluk ısrarının altını pozitif bir yerden defaatle çiziyor film ve bilinçli bir şekilde sosyal politikaların da yönetimsel araçlardan biri olarak donatıldığı normalleştirici söylemi eleştiriden muaf tutarak, bu hizmetin amacına yönelmek yerine kaybını Arthur'un Joker olmasının aşamalarından biri olarak kritik bir yere koyuyor ve ona meşruiyet zırhı sağlıyor.
Oradaki eleştirellikten nasibini alan kurum değil de sadece "görevini iyi yapmayan" psikolog oluveriyor.
Arthur'un bedenini, normalleştirme iddiasının hedefine koyan biyopolitik manevranın üstünden atlıyor. Dolayısıyla neden-sonuç bağlantılarını irdeleme hedefi ister istemez iddiasının altında eziliyor.
Kadın temsili
Arthur Fleck'in annesiyle olan ilişkisini, filmin anlatısına yeterli dramatik arka planı sağlaması için kendi iddiasını baltaladığı bir diğer eşik olarak görüyorum.
Annenin obsesif kişiliğinin ya da doğrudan Thomas Wayne'e olan takıntısının kökenlerini anlamamıza yardımcı olacak hikayesinin, Arthur ile özdeşleşmemizin katalizörü haline gelen bir "zalim ebeveyn" diskurunun baskınlığı altında tali hale getirilmesi, tüm yatırımını şiddet failliğinin koşullarını deşifre etmeye yapmış bir filmin kendi iddiasından yine nasiplenemediğini ve kamerasını eril açıdan kurtaramadığını gösteriyor.
Krizin İdaresi: Arthur vs Joker
Arthur'un varoluşuyla hayatta kalma iradesinin tamamen riskin kollarına bırakılmış olması, onu kendine yönelen saldırıları bertaraf etmek için eline verilen silahın öldürme gücünü keşfetmesine yarar ve metroda bir kadını tacize maruz bırakan, ardından Arthur'a saldıran -daha sonradan Joker'in ifadesiyle Wall Street Borsacısı olduklarını anladığımız- üç beyaz yakalı saldırgana ateş ederek Joker'e dönüşümünü başlatan seri cinayetlerin ilkini işlemiş olur. Bir saldırıdan çok savunma pozisyonunda işlenmiş olan bu ilk cinayet medyada:
Gotham'ın "üç parlak masum genci" nin anonim bir palyaçonun kurşunuyla barbarca bir cinayete kurban gitmesi olarak servis edilir. Bu haberlerde, öldürülen gençlerin Thomas Wayne tarafından sahiplenilmesi detayı ise yarattığı etki açısından adeta filmin dönüm noktası olur.
İdare-sermaye-mülksüzleştirilen sınıflar arasındaki ilişkilerin örüntüsünde kurulan bu karakter portresi, geniş kitleler tarafından sahiplenilir ve sokaklar anonim bir palyaço ordusuyla dolup taşar.
Arthur Fleck, hızla kitlesel bir öfkenin temsili yüzü olarak kurulur. Bir bakıma Joker'in hikayesi, daha o sahiplenmeden hiçbir kişisel ilişkisinin bulunmadığı kalabalıklar tarafından çoktan sahiplenilmiştir.
Bu yanıyla satır aralarında 2010 sonrası yeni toplumsal hareketlerin demografik özelliklerine gönderme yapan yönler olduğunu da atlamamak gerekir.
Ancak tüm bu anlatı Joker'in sistem tarafından içerilebilen, onun krizinin bir sonucu olduğu için yine onun tarafından idare edilebilen birine dönüştüğü ve ona devamlılık sağlayan bir kriz imgesi olarak içerildiği sonucunun üstesinden gelemiyor.
Nitekim çok yenilikçi bir tavırla ortaya çıkmış olmasına rağmen maalesef banal bir isyan fikrinden öteye gidemiyor ve kurduğu hikayeye doğru sorular soramıyor.
Joker'in idolü olan komedyen Murray'nin şovunda trajedi sandığı hayatının aslında bir komedi olduğunun idrakine vardığını söylediği anda bu komediden kastın, altında ezildiği gücü kendine mal etmeyi keşfetmiş olmasıyla bağlantılı olduğunu görüyoruz.
Yani Joker Arthur gibilerin sesi olmak şöyle dursun, Arthur'a özgü delimsirek naifliği sahiplenmek yerine onu öldürdüğünde, onlara ait olan iktidar biçimiyle onların arenasında olmanın tadına varıyor. Kendi gibi mülksüzleri toparlayacak motivasyonu yok, böyle bir politik iddiayı sahiplenmediğini Murray'e söylüyor.
Bir yandan intikamını alırken öte yandan gayrımaddi mülkten payına düşeni almak istiyor. Deliliğini tek başına silaha dönüştürerek korumak istiyor aslında kendini.
Buradan tüm gerçekçi sebeplere rağmen kırılganların derdine derman olacak bir temsil çıkmaz çünkü Joker'in mesajı sinik ve kendine yeterli/kendini kurtarabilmiş bir özne fikrini iletmekte ısrarlı.
Bu sebeple Arthur gibi milyonları, Neoliberal öznelliğin karanlığında çözümsüz bırakmaya devam ediyor. Ancak tüm bunlara rağmen Joker'i oldukça iyi bir film yapan birçok unsur da var elbette. Sinemanın kendisi için düşünürsek, her şeyden önce ana akım sinema yoluyla ilk kez bir sosyal izolasyon ve sert bir eşitsizlik hikayesi bu kadar norm dışı bir karakter üzerinden anlatılıyor. Joaquin Phoenix eşsiz bir performansla bu duyguyu çok güçlü iletiyor.
Estetik açıdan muaazam bir görsel deneyim yaşatıyor. Karakterin çıkmazları üzerinden kurulan detaylar çok iyi bir senaryo matematiğiyle örülmüş ve tıkır tıkır çalışıyor. Bu da sorgulamaya sevk edeceği her fikir açısından kıymetli. Öte yandan, Joker'in Murray'e öldürülen benim gibi biri olsaydı üzerime basıp geçerdiniz repliği görünürlük kategorilerinin neyin şiddet olduğunu belirlerken ürettiği bilgiyi ve ikna kabiliyetini deşifre etmek açısından filmin yapmaya çabaladığı şeye yaklaştığı nadir anlardan biriydi.
Dolayısıyla şiddeti özendiriyor mu tartışılır ama bu özendirme bahsinde binlerce filmde tartışılmayan şeyin bu filmde tartışma konusu olmasına daha eleştiriler gelmeden kendi cevabını üretebilmiş görünüyor.
En azından şiddet bahsi şu replik göz önünde tutulmadan tartışılamaz sanırım. Her şeye rağmen eleştirileriyle yol alan bir film olursa hikayenin devamı geldiğinde -geleceğine dair fısıltılar dolanıyor- daha iyi yazılmış, temsil iddiasının açmazlarına rağmen söylemek istediğine daha yakın bir devam filmi görebiliriz belki.
(VDÇ/PT)
Kaynakça:
- Butler, J. (2016). Kırılgan Hayat. İstanbul:Metis Yayınları.
- Demirkaya, E. (2017). "Prekarlık ve Prekarite Tartışmalarına Kısa Bir Giriş", Cogito Dergisi, Sayı:87