Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali'nden başlayarak, Sao Paulo, Rotterdam, Karlovy Vary, Toronto, New York, Edinburgh, Telluride, BFI Londra Film Festivali de dâhil çok sayıda prestijli festivali dolaşan Aftersun (Güneş Sonrası), aldığı ödüller ve gösterildiği festivallerin, bir bakıma sektör ritüelleriyle parlatılan filmlerin ötesinde bir güce sahip.
Son birkaç yıldır festivallerde büyük sözleriyle, handiyse sadece küresel "zeitgeist"ımıza (zamanın ruhu) denk düştüğü için gürültü koparan filmlerin arasında birer nefes açıklığı gibi duran az sayıda örnekten biri. Perdede görmeyi epeydir unuttuğumuz bir dili vadediyor. Vaadi seyirciye de değil, sinemanın kendisine...
Zannedildiği gibi herkesin mutlak biçimde bağ kurabileceği bir film değil, etkisi sarıp sarmaladığı ya da dışarda bıraktığı duygulardan gelmiyor.
Karakterlerin duygularını rahat rahat sayıp dökebildiği; anlatısını şiddetin, acının, mutluluğun, ölümün ve felaketlerin apaçıklığında kuran konvansiyonel bir sinemayla, bunu gizlemenin artistik bir tercih olarak en baştan hesaplandığını hissettiğimiz kibirli bir sinema dili arasında hiçbir yerde konumlanmıyor. İki biçime de oldukça uzak, hikâyenin kendi üslubunu icat ettiği filmler yapmaya muktedir genç bir yönetmeni muştuluyor.
Hatırlamak ve yas tutmak
90'ların meşhur filmli el kameralarından biriyle çekilmiş görüntülerin geriye sarıldığı bir planla açılıyor Aftersun.
Kısa süre sonra anlıyoruz ki yetişkin Sophie, babasını şimdiki hayatında yerleştirecek bir yer arıyor. Eksik bir parça, el yordamıyla, tastamam onun için ayrılmış bir boşluğa meylediyor. Elde hatırlamaya yarayacak bir dünya görüntü var, tamam. Peki, hatırlamayı mümkün kılan ne? Film bu sorunun etrafında, Sophie'nin çocukluğundan yetişkinliğine uzun bir yol kat ediyor.
11 yaşına yeni basan Sophie, 31 yaşına basmak üzere olan babasına soruyor: 11 yaşındayken, şimdi ne yapıyor olabileceğini düşünmüştün? A
rdından kayıt kesiliyor ve bir bebek sesi eşliğinde yetişkinliğinden bir görüntüye, sonra da geriye sarılan video kayıtlar arasından seçtiği bir ana bakıyoruz. Filmin üzerine inşa edildiği an bu: Sophie ve babası Calum'un biten tatillerinin ardından havaalanında birbirlerine veda ettikleri bir kare. Aftersun'ı hafıza rejimlerine özgü heykel anıtlara benzetecek olursak, tam bu anı, film ilerlerken doğrusal bir izlekten kopup tekrar tekrar, her defasında biraz daha genişletilerek restore edilen mermer bir kaide gibi görebiliriz.
Calum eşinden ayrılmış, genç ve işsiz bir adam. Belli ki dünyanın hem bir baba hem bir yetişkin olarak üzerine yıktığı beklentilerin altında ağır bir buhran geçiriyor. Dikiş tutturamamanın, kendi kendinin hayal kırıklığına dönüşmenin ne menem bir eziyet olduğunu, Sophie'nin alelade sorusunun Calum'da açtığı yaradan anlıyoruz. Zira sorunun küçük bir kıza verilecek bir yanıtı yok. Bildiği tek şey, 11 yaşındayken 30'larını hiç böyle hayal etmediği.
Sophie çoğu kez verilmeyen yanıtların, sessizliklerin arasında tanımaya ve anlamaya çalışıyor babasını. Bu sessizliklerle provoke olan, yanıt alamadıkça sorular soran akıllı bir çocuk.
Annesiyle yaşadığı için babasını ancak birlikte düzenli olarak geldiklerini anladığımız tatil ritüelleri vasıtasıyla görüyor. Calum tüm maddi zorluklara rağmen ucuza getirdiği, Türkiye'de 90'larda epey meşhur olan, Avrupalıların tercih ettiği her şey dâhil otellerden birinde bir tatil ayarlıyor.
Tatil planlarındaki çoğu şey, sık sık ters gitse de baba-kız arasında şefkatli bir ilişki var. Calum ile Sophie birlikte vakit geçirdikleri anlarda Calum kendini toparlamak için özel bir çaba sarf ediyor. Zor olsa da dağılmamaya, Sophie'yi mutlu etmeye çalışıyor. Janus gibi iki yüzü var sanki; biri Sophie için mutlu olmayı denerken diğer yüz, yönetmenin de deyimiyle filmin tepe noktasında çalan, David Bowie/Queen ikilisinden Under Pressure'ın sözlerindeki gibi *dünyanın dehşetini görmüş bir adamın hayatla ve ruh haliyle verdiği mücadelenin izleriyle dolu.
Öte yandan Wells, kişisel hafızanın seçici, ben-merkezli anlatısına da pek itibar etmiyor. Bu nedenle görüntülerin ne kadarı sadece yetişkin Sophie'nin hatıraları bilemiyoruz. Bazen kayıtlı görüntülerin aksından çıkıp, Calum'un, kızının onu hiç fark etmediği, görmediği anlarını gösteriyor.
Zira artık yetişkin olan Sophie'nin hatırlamaktan umduğu şey, aynı zamanda yas tutabilmek. Vaktiyle tanımlayamadığı, adını koyamadığı, bir anlamda hakkını veremediği bir kaybı, babasını anlamaya çalışarak, onun yaşadığı acıyla geriye dönük bir diyalog kurmayı deneyerek yapıyor bunu. Aralarındaki ilişkiye bir saygı duruşu... Babasının depresyon nedeniyle kaybettiği öz-saygısını ona iade ediyor Sophie.
Bellek fragmanları
Filmde anlamı kuracak, duyuları kışkırtacak bütün unsurlar; sesler, görüntüler, jestler ve zaman, neredeyse her biri birbirinden ari parçalar olarak ayakta duruyor.
Bütünlük beklentisini bozup, hafızanın çağrışımsal dağınıklığını, kısmi ve bozbulanık parçaların birbiriyle nasıl ilişki kurduklarını, doğru ya da yanlış olduklarını asla tespit edemeyeceğimiz, belleğin hileli, imkânsız art alanını yine ancak o dağınıklığın tetiklediği yerlerle anlatabileceğini biliyor.
Hatta iki kişilik bir hatıranın, öteki adına hatırlamanın imkânsız olduğu kör noktalarını bile çeşitli ihtimaller, hareketsiz görüntülerle hesaba katmayı ihmal etmiyor. Bu bakımdan mutlak bir çıkarımın ya da hissin vaz'edildiği, zihnin kolay işleyen hazırlop butonlarına basan bir sinemadan ziyade bedenli bir sinemaya yüzünü dönmüş gibi Charlotte Wells.
Bazen görüntünün çok berisinden gelen, gösterilenle doğrudan ilişkisi kurulamayacak bir ses, bazen bir fotoğrafın temsil edebildiği bir his, bazen sadece mimikler ya da bedende bir uzvun görüntüye girip kendi adına konuştuğu bir film. Sargıda bir kolun kendine ait bir kederi anlatabilme becerisi bile denebilir belki...
Dolayısıyla ilgimizi çekmeye oynamıyor kartlarını Aftersun. Daha ziyade anlatıcının hafızasını keşfe çıkarken, hatırlamanın tüm biçimlerine yer açmaya talip. Bu kadar kişisel bir hikâyenin seyirciyi yakalayabildiği yer, bizim çağrışım evrenlerimizi dürtmekteki mahareti. Bütün duyuların devreye girebildiği bir izleme deneyimini mümkün kılıyor.
Wells, henüz ilk uzun metrajı olmasına rağmen hafızaya, kayba, başkasıyla kurduğumuz yakınlığa, ilişkilerin morfolojisine dair, gösterdikleri kadar göstermedikleriyle de örülmüş usta işi bir hikâye anlatıcılığı sergiliyor. (DÇ/SD)