*Fotoğrafı, "Incendies" (İçimdeki Yangın) isimli filmden aldık. Filmde, hem bir kadın mücadelesi görüyoruz, hem de bir özgürlük mücadelesine tanık oluyoruz.
71 ve 79 yaşında anneler, Hatun Aslan ve Meryem Soylu tutuklanıyor.
Kitaplar yasaklanıyor. Tweet atanlar, atılan tweetleri RT edenler, favlayanlar, “Ey İban” diyenler hepsi tutuklanıyor.
Sabahlara yakın, şafaklara ramak kala, uykunun en güzel, en derinin de koçbaşlarıyla kırılan kapılar, paldır küldür içeriye girip ortalığı elli altıya verip, ters kelepçelerle gözaltılar icra edenler, efendilerine sadık olduklarının mesajı veriyorlar.
Çoluk çocuk içinde küfürler, hakaretler, gümbür gümbür gelip, tüm sokağı, mahalleyi ayağıyla kaldırarak, “biz geldik lan!” deyişlerinin hazin sonları yaklaşıyor.
Sağır sultan bile duyuyor, körler sağırlar birbirini ağırlamaya devam etsin!
Yaklaşmakta olanın farkındalar, her türlü iktidar mutlak yok oluşun tadına varır.
Şov yapmayı seviyorlar, olmayan uyduruk güçlerinin altında yatanın kaybetme korkusu olduğunun herkes farkında.
Maksat dümen dönsün
Acizliğin şova dönüştürülmesi ve yalanların nasıl da propagandaya dönüştüğünü görüyoruz. Kürtlere, muhaliflere, kadınlara, eşcinsellere; yalan, kara propagandayla zalimce saldırılışlarının yegâne nedeni boyun eğmeyişleri olduğu da gün gibi orta.
Garê operasyonu ve sonrasında ellerine geçen şeyin koskocaman bir fiyasko olunca, bunun faturasını Kürtlere kesecek kadar da pervasız olduklarını bir kez daha dünya âleme gösterdiler.
Kendileri çalıp söylese de; menfaatçi, çıkarcı dinleyicileri de artık dinliyormuş gibi yapıyorlar, maksat dümen dönsün.
Tıpkı ismi cismi olan ama şiiri tükenmiş kart şairlerin etrafındaki yeni yetme şairimsilerin sahte alkışlarını andırıyor.
İnsanlar her gün bu topraklarda işsizlikten, geleceksizlikten, açlıktan ve hukuksuzluktan intihar ediyor! İnsanların ekmek teknelerini önce alabora ettiler sonra dibe batırmayı başardılar, kaderlerine terk edilen yüzbinlerce esnaf akıl ve ruh sağlığını darbelenirken; on binlerce insanı bir araya getirip kongre şovları gerçekleştiriyorlar.
Acılar katmerli
Korona sadece esnafa var, vergiler sadece esnafa var, batmak ve kuru ekmeğe muhtaç olmak sadece esnafa var. Öyle mi bilim kurulu?
Korona sürecinde yardım alanlarda kendi kadroları, ellerinde tutukları küçük bir zümreyi doyurma gayretine düştüklerini, silinen vergi borçlarından gördük.
Bunlar olup biterken, ekmek kuyrukları başını alıp uzarken; Zat-î muhterem bir yerden bir yere giderken Hollywood’un aksiyon filmlerine taş çıkarıyor, gösteri ve şov dünyası işte!
Öyle bir yerden bakıyorlar ki, herhalde –herhalde’si fazla- kendini çağımızın kravatlı padişahı, etrafındakilerde vezir endamıyla boy gösteriyor. Etrafına toplanan acılı, aç ve geleceğini karanlık gören halkın yalvarışlarını abartı olarak görüp, kendini hala tek kurtarıcı olarak görmesi, inanması ve yedirmeye çalışması da cabası! Dünün mazlumları bugünün ezenleri olunca yaşatılan acılar da katmerli oluyor. Tarih bu tür vakalarla dolu.
Tabii bunlar kitap özetlerini okuduklarından çok şey etmemekte gerek. İnsanda feraset olmayınca, kibrin kulu kölesi olur, “ben” hastalığının en güzel örneğidir sergiler. Sonra gelsin zulümler, gelsin yalanlar, gelsin hileler xurdalar(hurdalar).
Zulme ortak olanlar ve seyretmekten keyif alanlara: kürdan kuşunun ve timsahın meselesini bir kez daha hatırlatmış olalım.
Yüzlerce ağır hasta tutuklu işkence altında yaşam mücadelesi verirken, taleplerine cevap vermeyenler, demirin ve betonun arasında büyüyen tutsak çocuklar ve bebelerin geleceklerini; kendi kokuşmuş bekaları için görmezlikten gelenlerin dünyasındır bize gösterilen. Evlerimizin, sokaklarımızın, meydanlarımızın karakola dönüştürüldüğü, gidenlerin bir daha dönmediği; tüm kirli savaş yöntemlerinin ete kemiğe büründüğü dönemin çocuklarını soğuk nezaretlerle, tehditlerle, “hafif” işkenceyle; milenyumun kontra teknikleriyle korkutacaklarını hala zannetmelerini neye yormalı?
Neye yormalı bunca haksızlığı ve susuşları! Ne de güzel haykırmış şair Adnan Yücel; “Saraylar saltanatlar çöker/kan susar bir gün/zulüm biter/menekşelerde/açılır üstümüzde/leylaklarda güler/bugünlerden geriye/bir yarına gidenler kalır/bir de yarınlar için direnenler”.
Türkiye hep böyle
Ağzına kadar doldurulmuş, üst üste istiflemiş, soğuk, kirli ve çürümüşlüğün kaleleri olan karakol nezarethaneleri. İnsan haklarının ayaklar altına alındığı yerler. Sesinin sadece yan hücreye ve Allah ulaştığı yerler; ağzına kadar hak ihlalleriyle dolup taşıyor.
Devlet büyüklerine –nasıl bir şey olduğunu hala anladım- hakaretten alınanlar mı dersiniz? Soygun ve sömürge düzeninin yasal kurumları olan bankaların tuzaklarına düşüp gelenler mi dersiniz? Karnında açlığın boşluğu olanların mühür ihlali mi dersiniz? Ne için geldiğini bilmeyenler mi dersiniz? Yıllar önce askeriye de faşist komutana kafa atan mı dersiniz? Yoksul öğrencinin elektrik şirketleriyle giriştiği savaş mı dersiniz?
Çeşit çeşit suçlardan ülkenin dört bir yanından gelenlerin “suç haritasını” görüyorsunuz! Sizin anlayacağınız tıpkı hayat gibi “suçlar” da rengârenkti, sizin anlayacağınız nezarethaneler eski Türkiye’nin yeni paranoyasıydı. İster inanın ister inanmamaya devam edin Türkiye hep böyleydi…
Konuştukça batıyorsunuz
Çıplak arama var, copla tecavüz var, işkence var, taciz ve hakaret var, çok şey var, çok! Yalan atıyorsunuz, sizde biliyorsunuz, bizde biliyoruz, dünya âlem de biliyor ki neler olup bittiğini. Konuştukça batıyorsunuz, daha çok konuşup kendinizi ifşa edin ki körler sağırlar da haberdar olsun, öyle değil mi grup başkan vekili?
Oluşturmaya çalıştıkları algı sadece kendi üçer dörder maaşlarının devamı için değil de nedir? Sizlerin yegâne derdiniz konfor ve maaşlarınızın geleceği, elinizde tutuğunuz gücün sarhoşluğuna saplanmanızdır yaptıklarınız/ettikleriniz. Ülke yangın yeriyken ayna da saç taramaktan zevk alanların suratlarını yeni görenlere de geçmiş olsun diyelim. İnsan haklarını, ifade özgürlüğünü, protesto hakkını, adil yargılanmayı lafın kısası: “insan hakları eylem planı”nı yeni keşfetmişlere bir atasözüyle cevap vermiş olalım: geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye.
Ensemizde soğuk namlular
Kibir baştan kokmaya başlayıp bekçiye kadar indiği yerlerin adına kurum, diyoruz. İkişer ikişer kelepçelenip adalet(sizliğin) saraylarına götürülünce benimde bileğime akşamdan beridir pek sessiz olan, sonradan adının Garo olduğunu öğrendiğim 60 yaşındaki Ermeni dedenin tedirginliği, bir güvercin tedirginliğiydi. Polisin, sen Türk’sün neden Ermeni olduğunu söylüyorsun ki bize, biz kimliğe bakıyoruz, işaret parmağıyla bayrağı işaret ediyor. Tedirgin bir edayla Ermeni’yim ben, deyişindeki kırılgan ses tonu hala kulaklarımda.
Dün de bugün de zor-belayla Türk oluyoruz, bileklerimizde kelepçe, başımızın üstünde duran kılıç, her bir tarafından su sızdıran hukuk sistemi, ensemizde soğuk namlular.
Çok erken yaşta ölen -26 yaşında- kendi anadiliyle şiirler yazan ve Ohannes Şaşkal tarafından Ermeniceden Türkçeye çevrilen, Şair Garbis Cancikyan’ın 1915’i imleyen “Cehennem Evimiz Oğul” şiiriyle sonlandıralım yazıyı:
cehennem ateşler içindeymiş
biz ısınmak
yemek pişirmek
ve ütü yapmak için yakarız ateşi
bütün günahkar
cehenneme gidecekmiş
yalan
arkadaşım Sarkis
uçurtmamı yırttığından beri
uğramaz oldu evimize
cehennem yukarıdaymış
yalan
gökte bir şey yok
bazı bulut ve güneş
bazı ay ve yıldızlar görünür
gecelerde
yalan hepsi
yalan söyler hepsi de
sadece annemin sözüne inanırım ben
hiç yalan konuşmaz annem
ve her gün aynı sözü söyler:
Cehennem evimiz oğul
(ÇO/EMK)