“Sonra her zamanki gibi, son zamanların şu bir tatlı kaşığı solcu, bir çay kaşığı sağcı gazetelerinden istedim. Onlardan başka bir şey okumaz olmuştum. Makul bir alışveriş vardı o gazetelerle aramızda. Onlar zekice kurgulanmış, çıkıntıları budanmış yasal öfkeler, incesinden yazılmış sinema yazıları arz ediyor, benimse en azından neye öfkelenilmesi gerektiğinden ve Amerikan filmlerinden haberim oluyordu.”
Bir intikam romanından, Tol’dan alıntı bu cümleler.
Geçen hafta yapılan cenaze töreninden sonra Tol’daki tanıma uyan gazetelerden neler öğrendik?
Artık geride bırakılması gereken duyguların hangileri olduğunu; zamanların değiştiğini ve değişmiş olan zamanların hangi duygulara cevaz verip hangilerini kınadığını; ölenin ne melun biri olduğunu bilsek, talimatıyla işlenen cinayetlerden haberdar olsak ve canileri halen de örgütlemekte olduğuna kani olsak dahi cenazesi kaldırılırken ardından "iyi bilirdik" dememiz gerektiğini öğrendik.
Gazetedeki fotoğrafında sarkık bıyıklarının tepesinden maziye mi, atiye mi olduğu belirsiz bir zamana ters ters bakan köşe yazarı haddini de bildirdi dersini iyi ezberleyememiş olanlara. Paylayıverdi öfkesini ehlileştirememiş olanları:
“Bu arada, böylesine bütün milleti BÜYÜK BİRLİK durumuna getiren bir acı olayda bile, içlerindeki hasta dünyayı bilgi ağına (internet) ve gazete yorumlarına taşıyan zavallılara da acil şifalar dilemeliyiz. Aynı hücrede birlikte yattığı sol militan onu överken, eski kabilesinin mensubiyet kaygısı ile ağızlarında bir şeyler geveleyenlere de...”
Önem verdiği kelimeleri kafamıza kakmak için büyük harflerle bezemişti yazısını. Hoca efendilerinin kazaya dair suikast imasına büyük büyük atıfta bulunduktan sonra, cinayet şebekesinin sabık başkanına yeterli saygıyı gösterememiş olanlara hitaben “BÜYÜK BİRLİK camiasının alabildiğine tahrik edilmesine yol açan duyarsızlıklar sonucunda ALPEREN GENÇLİK istenmeyen yönlere sürüklenebilirdi...” deyiveriyordu. Şu pek kolay tahrik olan, ancak belli ki bozuk zamanede yeterince kadri bilinmeyip tahkir edildiği kanaatiyle içten içe hayıflandığı, beyaz bereliler kalabalığını aba altından sopa niyetine işaret etmeyi de ihmal etmiyordu henüz şifa bulmamış olan solculara.
Robert Louis Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde adlı eserinde Jekyll der ki: "Eskiden suç işlemek için kendilerine yardakçı bulmak zorunda kalırdı insanlar, böylece de kendilerini gizlediklerinden saygınlıkları sarsılmamış olurdu… Böylece toplumun gözünde saygıdeğer bir kişilik bir an sonra kravatı, ceketi üzerinden fırlatıp atarak özgürlük denizine dalıveren bir okul çocuğu gibi kendisini daraltan bu ödünç boyunduruklardan soyunabilirdi. Üstelik kimseyi de kuşkulandırmadan.”
Muhsin Yazıcıoğlu’nu bilirdik eskiden, hem Dr. Jeykll hem de Mr. Hyde idi. Şimdi ise Yazıcıoğlu’nun sadece Dr. Jeykll kimliğini görmemiz isteniyor. Mr. Hyde’ın yaratıcısının Jeykll olduğunu unutarak hem de…
Yüceliğinin idraki halkımızın yüksek irfanına havale edilen ve adam gibi adam nitelemesiyle göklere çıkarılan Yazıcıoğlu’nu doğru değerlendirmek, bilincimizi Dr. Jekyll Mr. Hyde yarılmasından korumak zor gerçekten.
Hafıza karartma seferberliğine, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde hikâyesine bilinç yarılması saflarından katılan bir başka köşeci de, bir okur mektubundan şu parçayı alıntılamış yazısında:
“Sayın Yazıcıoğlu'na yiğit demeye getiremiyorsa dilini, o dilden bu ülke hayrına işitilecek ne söz çıkar? Ergenekon orada, burnumuzun ucunda dururken, AKP düşmanlığını seçen solcu, bir kütüphane dolusu kitap hatmetmiş olsa ne yazar? Uzun sözün kısası, sayın Türköne, Sol'un tümden yıkılıp çok daha başka değerlerle yeniden inşası, bir sorumluluk. Ama, yalnızca ideolojik bir sorumluluk değil bu, yalnızca Leninizm, Kemalizm vb. budalalıklardan arınmaktan ibaret bir sorumluluk değil. Bu aynı zamanda, yiğit olana yiğit demekte hiçbir beis olmadığını da anlama, idrak etme sorumluluğu. Ezber bozan seslere çok çok ihtiyacımız var..."
Aynı mektupta solun yeniden inşasına dair iri kıyım sözlerin devamında, yüreğini MHPli bir militana hangi koşullarda açtığını anlatan okur, - kendisinden çok daha uzun boylu olduğunun olayla bağlantısını anlayamadığımız- bir faşist tarafından ilk kez kucaklanınca nasıl da hislendiğini anlatıyor. Gençlik yıllarımızda “bir samimi merak, içten bir tanıma isteği yaratılamadığından” vaktiyle oldurulamamış bu kucaklaşmadan duygulanması gerekiyor okurların da bu satırları okuyunca, üslup öyle kurulmuş. Ne var ki, unutulan bir şey var: köşesinde bu mektuba yer verenler de, aba altından sopa gösterenler de o yıllarda da gayet iyi tanınırdı, şimdi de. Moda terimiyle ezber bozmaya çabalarken ateh getirmemeye dikkat etmeli.
Her dönemin danışılanı, sahte nedamet uzmanı yazar: “70'li yıllarda hayatını kaybedenlerin tamamını saygıyla anıyorum” diye yazmış. 8 Nisan’da, 70'li yıllarda hayatını kaybedenler onlarca arkadaşımızdan biri, Hakan Yurdakuler öleli 33 yıl olacak. Yani, Mümtazer Türköne’nin kendi ifadesiyle “Mülkiye'de liderdim, Ülkü Ocağı Başkanı'ydım. Ülkü Ocakları Genel Merkezi'nde yöneticilik yaptım. Gençlik liderleri sınıfındandım.” dediği günlerde öldürüldü yanı başımızda Hakan. 8 Nisan 1976 günü faşistler tarafından basıldı Türköne’nin kendini ‘lideri’ olarak tanımladığı Mülkiye.
Okul kapısının önünde üçüncü sınıf öğrencisi Hakan Yurdakuler ve iki arkadaşımız vuruldu. Hastaneye kaldırılan Hakan Yurdakuler’in ölümü üzerine faşist saldırıyı protesto eden devrimci gençler, Kurtuluş Meydanı’nda toplandılar. Polisin devrimcilerin üzerine ateş açması sonucu Eşari Oran ve Burhan Barın isimli iki devrimci öğrenci öldürülürken, 20 devrimci de yaralandı.
Başbakan Süleyman Demirel, olaylar üzerine şu açıklamayı yaptı: "Olaylar bizi derin derin düşündürüyor". MHP genel başkanı Alparslan Türkeş (*) şöyle övmüştü faşistleri: "Ülkücüler devlet güçlerine yardımcı oluyor!"
Devlet güçlerine yardım, devlette danışmanlığa terfi ettikten sonra da devam ediyor haliyle. Zamanın Çiller danışmanı, bir söyleşisinde “Tansu Hanım terörle mücadele ve Susurluk konusunda çok naifti. Birikim olarak bu işlerden anlaması mümkün değildi.” demişti. Birikim olarak bu işlerden anladığından olsa gerek, “Devlet için kurşun atan da yiyen de birdir!” vecizesinin mucidi olarak hafızalara kaydolmuştu Türköne.
Bunca gayretkeşlik, hafıza kaydının hafıza kaybına dönüşmesinin yüceltilmesi, şifa dilekleri, ezber bozma safsatası ne için peki? O yıllarda devlete yardımcı sonraki yıllarda da yardakçı olanların işledikleri ya da azmettirdikleri cinayetleri unutma hakkı kimden istenecek? Burhan’dan mı, Eşari’den mi, Hakan Yurdakuler’den mi, Hakan Şenyuva’dan mı, Diyarbakır cezaevi mahkûmlarından mı, Hrant Dink’ten mi, Madımak’ta yanan arkadaşlarımızdan mı yoksa?
Çıkıntıları budanmamış, adresini doğru bellemiş öfkeye ve faşiste faşist diyen evcilleşmemiş bir dile her zamankinden çok ihtiyaç var bugünlerde.(FÇ/EÜ)
* Mart 1975-Haziran 1977 arasında görev yapan 39. hükümet, Adalet Partisi (AP), Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) koalisyonuydu. Tarihe I. Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti olarak geçti. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ve MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, başbakan Demirel'in yardımcılarıydı.