Geçtiğimiz Pazar günü Bodrum’dan Ankara'ya dönüşte yolculuk saatini beklerken sıcaktan bunalınca, denize gireyim dedim.
Azmakbaşı'nda, kıyıdaki bitişik nizam şezlonglar, sahilde sıra sıra dizili çoğu yabancı isimli "restaurant" ve "cafe"lere ait olduğundan, suya ermek için bir restorana yerleşip günü atlatmak gerekecekti. Bir de öğle yemeği yemeyi göze alırsam tamamdı. Pazar gazeteleri ve yanımdaki iki kitapla günü çıkarırdım nasılsa...
Dışarıdan en zararsız görünen, öğle sıcağında sadece iki masası dolu restorana girip, denize yakın gölgelik bir masaya oturdum.
Suratını karasineğe benzeten güneş gözlükleriyle ortalıkta yaylanarak dolaşan kırklı yaşlardaki güdük adam restoranın sahibi olmalı.
Garson, gençten biri. Sipariş almak için masaya geldiğinde, kasada oturan tırnakları orlon sarısı ojeli, dipleri siyah çıkmış, uçları tarazlanmış saçları tırnaklarından bir ton açık sarıya boyalı kadının ardına kadar açtığı müziğe gerdan kırarak ritim tutuyor. Güdük adam ve orlon kadın kadar sinirime dokunmayacak galiba diye düşünmekte acele etmişim garson hakkında meğer.
Müziğin desibeli mideden girip, iç organları darmadağın ettikten sonra kulaklardan çıksa da, şarkının sözleri akıldan çıkmayacak cinsten:
"İki şeyi bir araya koymam, aklımı kalbine yormam / Şansıma küsüp ona kızmam, sonuçta her şey kısmet".
Sipariş verirken sesimi duyurabilmek için avaz avaz bağırmam gerekiyor. Yine de güç yetirememişim ki şarkıyı bastırmaya, ısmarladığımla alakasız bir yemek geliyor.
Adı Berna'ymış kasadaki kadının. Sipariş yanlış gelince çıkışıyor adam, "Kıs şunu Berna biraz, tamam güzel de şarkı, bak gürültüden yanlış yunluş anlıyor söyleneni bu salak! "
Biraz sinir olsa da, garsona da yazık değil mi ama? Salak da denmez ki öyle yüzüne karşı.
Çalan şarkıya inat, aklımı kalbe yoran bir insanım ya, "Çok da önemli değil ki, bu yemek de güzel. Demeyin öyle kalbi kırılır," diyorum. Yemek kötü hâlbuki. Biraz didikleyip bırakıyorum tabakta. Zaten maksat yemek değil nasılsa, denize girip günü hafifletsem yetecek.
Denizde olabildiğince uzun durmak, masada geçirilecek zamanı kısaltmak lazım yalnız. Zira masamın üzerindeki mebzul matbuat ortamla alabildiğine uyumsuz olduğundan, Berna’nın ve garsonun üzerime yönelttiği biraz kaygılı, çokça yadırgar bakışları ehlileştirmek için karaya çıkışlarda restoran sahibiyle uslu uslu sohbet etmek gerekiyor gölgeye sığınma bedeli olarak.
Havanın sıcaklığı, rüzgârın şiddeti konularıyla bir süre idare ediliyor. Nerede yaşadığım, bu kadar kitap - gazete filan ne bu böyle maşallah, yoksa hoca mı olduğum sorularını, ailesiyle –bunu söylerken eliyle Berna’yı işaret ediyor- birlikte kışları İzmir'de, yazları Bodrum'da geçirdiği bilgisi izliyor.
Geçen sene ne bereketliymiş de, bu yaz mevsim kötü geçiyormuş, işler iyi değilmiş. "Şu Gezi Parkı var ya..." diyor hayıflanarak, "hep o işler yüzünden... Neydi o öyle? Polise karşı gelmek olacak şey mi? Azmış kudurmuş bunlar!" Sonra durduk yere İzmir'de yıllar önce ANAP Kongresi'ne katıldığından bahsediyor. İzmir'in kötü yönetildiğinden, o gecekonduların öylece yerlerinde durduğundan, hâlbuki oralarda gökdelenler ve AVMler görmenin nasıl da İzmirlilerin hakkı olduğundan... AKP'nin elinde olsa İzmir'in yıldız gibi parlayacağından...
Acaba ben denizdeyken gazetelerimi, kitaplarımı gördü de, akşam hazırlıkları başlamış restoranda masayı daha fazla işgal etmeyeyim diye damarıma basıp, beni kaçırmaya mı çalışıyor diye düşünüyorum bir an. Sonra bakıyorum ki Birgün'ün, Sol'un iç sayfalarını kıvırmışım okurken. Kitaplarım da kaplı, bıraktığım gibi duruyorlar hem. Demek ki, sabuklamasının nedeni bunlar değil. O kadar emin ki kendinden. O kadar emin ki... Nedeni bu teklifsizliğinin... Konuşur gibi değil sohbeti, dertleşir gibi. Herkesin kendisiyle hemdert olduğundan, derdinse herkes için iyi para kazanmaktan ibaret olduğundan o kadar emin ki... Mal sayımı, zarar dökümü yapmaya alışmışlara özgü sığlığı o kadar tanıdık ki…
Adamın güneş gözlükleri şimdi daha da mı sinir ne? Kavga etmeden günün kalanını atlatsam iyi olacak. Yolculuk saatine de çok var üstelik. Biraz dolaşayım diye kalkıyorum masadan. İstiklal Kitabevi yakınlarda neyse ki. Tanıtımını az önce okumuş, yarın Ankara'da ilk iş kitapçıya uğramak olsun demişken, zamanı şimdi gelmiş Ercan Kesal'ın kitabının demek…
Giriyorum İstiklal'e, içeride biraz huzur bulduktan sonra rafta kalan son “Peri Gazozu”nu ben alıyorum. Hediyesi kitapçıdan: üzerinde deniz kabuklarıyla bir kitap arası. Ne güzel…
Dönüşte yerimi bir süre daha hak etmek için bir de çay söyleyip, kitapçıdaki huzur sürsün diye bu kez restoran sahibinin konu açma girişimini anlamazdan gelerek yeniden yerleşiyorum masaya.
Daha ilk sayfadan Avanos Halk Kütüphanesi'nin kapısında içeride beni bekleyen kitapların hevesiyle ayakkabılarımı paspasa sürtermiş gibi mutlulukla yuvalanıyorum Peri Gazozu’na. Artık ne güdük adam ne orlon kadın ne de gerdan kıran garson var hayatta... Okudukça sarpa sarıyor ama işler. Kitap, öyle sessiz sakin okunacak gibi değilmiş meğer. Sayfalar ilerledikçe, Niğde’de parasız yatılı okuldaki daha üçüncü gecesinde, ranzanın üst katındaki yatağında, elinde anası kokan kındapla ağlayan çocuğa eşlik etmekten başka çare kalmıyor bana. Ercan Kesal’in, “Zavallı valizimin bir türlü kapanmayan fermuarını halı dokurken kullanılan kındapla bağlamıştı annem ve kındapın annem gibi koktuğunu keşfetmiştim. Sonraki geceler koynumda annemin kokusu, kındapla uyudum hep.” dediği satırlarda, babamın yadigârı diye evde herkesten sakındığım halı çantanın kokusu geliyor burnuma. İlk kez savcılığa atandığında, Ardahan'a giderken babama yoldaş olsun diye babaannemin dokuduğu Gördes halısından yapılma el çantası gibi kokuyor olmalı o kındap...
Demek insan yetimse başını bir kitaba da yaslarmış, insan yetimse kaç yaşında olursa olsun çocukmuş demek diyorum “Yetimim, beni göğsüne yasla” hikâyesini okurken. İyiden iyiye ağlamaya başlayınca önce masadaki peçete, ardından deniz havlusu imdada yetişiyor. Ama restoran sahibine belli etmemek lazım ağladığımı... Anlarsa, o teklifsizliğiyle ya sorarsa şimdi niye ağlıyorsunuz diye, ya anlamayacağını bile bile iki cümleyle de olsa anlatmak gerekirse ağlama nedenimi! Hâlbuki ben, kitaptan bahsetmek istemiyorum ona...
“Kelimelerin ruhu vardır” hikâyesinde Ercan Kesal, Kazancakis’ten alıntılayarak başlamış anlatmaya bir kelimenin ölümünün ne demek olduğunu: “İki gezgin uğradıkları bir köydeki çitin üzerinde değişik bir çiçek görerek onu koparırlar. Çok güzel bir çiçektir bu. Köyün çocukları etraflarına toplanır. Gezginler etraflarına toplanan çocuklara sorarlar: ‘Bu çiçeğin adı ne?’ Çocuklar: ‘Bilmiyoruz, Lenio Teyze bilir,’ derler. ‘Koşun çağırın onu.’ Çocuklardan biri köyün içine doğru koşar. Sabırsızlıkla bekler gezginler. Kısa bir süre sonra döner çocuk. ‘Lenio Teyze ölmüş.’ Kalpleri daralır. Lenio Teyze’nin değil, aslında ‘bir kelimenin öldüğünü’ düşünürler. Kelimelerin ruhu vardır.”
Kitaptaki kelimeler ölecek gibi geliyor restoran sahibine Peri Gazozu’ndan söz edersem. Hâlâ çın çın öten berbat şarkının ruhsuz kelimeleriyle aynı yerde ses bulmasın istiyorum günümü aydınlatan Peri Gazozu’nun adı. Vefa borcumu ödemek için, kendime saklıyorum kitabı. Ercan Kesal’in hikâyelerini seyre dalıyorum, Peri Gazozu’yla hemhal oluyorum…
Babamın halıdan çantasını sakındığım gibi sakınıyorum gazozcu Mevlüt'ün aziz hatırasına adanmış Peri Gazozu’nu...(FÇ/HK)