Türkiye'de "açılım," parti kapatma, demokratikleş(eme)me, "kadınların başlarını kapatması" gibi konular ortalığı kasıp kavururken Kopenhag'da dünyanın kaderi belirleniyor bugünlerde.
Gereken önlemler alınmazsa yakın bir gelecekte dünya insanoğlu için çok zor yaşanılası bir yer haline gelecek. İklim değişikliğinin tetikleyeceği seller, kuraklıklar, salgın hastalıklar, yüz milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalabileceği, yiyecek gibi en temel gereksinimlerin karşılanmasında sorunlar çıkacağı öngörülüyor.
Elbette "domuz gribi diye birşey yoktur, bunlar ilahi Allah'ın takdiridir" gibi anlayışların çok yaygın olduğu Türkiye gibi bilime saygının hemen hemen hiç olmadığı ülkelerde insanların epeyce bir bölümü iklim değişikliğinin ne anlama geldiğini bilmediği gibi, bilenlerin de önemli bir kısmı bunun bir komplo, bir uydurma olduğunu düşünüyor. Aynen domuz gribi vakasında olduğu gibi. İklim değişikliğinin burjuvazinin kendi icadı yeni bir oyuncak, dünya kapitalist sisteminin bir komplosu olduğunu düşünen solcuların da sayısı az değil. Bir akıl tutulmasıdır gidiyor!
Saygın bilimsel dergilerde yayımlanan hemen her araştırma iklim değişikliğinin bir vakıa olduğunu ve bunun da insan eliyle yaratıldığını vurguluyor! Bu değişikliğin biçimi, temposu, etkisi, olası sonuçları gibi mevzular tartışılıyor, ama vakanın varlığı yokluğu konusunda artık bilimsel camiada pek bir tartışma yok!
İklim değişikliği dünyanın 4.5 milyar yıllık tarihinde ilk kez görülmüyor. Çok daha büyükleri de yaşandı. Akdeniz en az üç kez tamamen buharlaştı. Dünya buzul çağlarını gördü. Bu krizde ilginç ve yeni olan insan faaliyetlerinin sonucunda böyle bir değişikliğin gündeme gelmesi ve de temposunun dünya tarihsel ölçekte çok hızlı olması. Özellikle de Sanayi Devrimi sonrası kapitalizminin ürkütücü boyutlarda hızlandırdığı bir süreç bu. Fosil yakıtların, özellikle petrolün, yaygın kullanımı, insanın akıl almaz boyutlarda dünya kaynaklarını tüketmesi ve bunun sonucunda ekosistemlerin hızla tahrip edilmesi bu krizin ortaya çıkışında çok merkezi bir rol oynuyor.
Küresel ısınmaya dayalı iklim değişikliği krizi kendisini tüm "sıcaklığı" ile hissettirirken, kapitalizm de tarihinin en büyük krizlerinden birisini yaşıyor. İlginç bir tesadüf, ya da gerçekten bir tesadüf mü?! Belki de aralarında şu an tam vakıf olamadığımız derinlerde bir bağ var.
Örneğin bu 2008 krizinin hemen öncesinde petrol fiyatlarının 147 dolara çıkması ve bugünkü kriz ortamında bile, ki kriz ortamları, bilindiği gibi, daha az enerjiye talep demektir, petrol fiyatlarının hala 70 dolar civarında seyretmesi insanı düşündürüyor. (Benzer bir olgu da kriz sonrası emptia fiyatları da 1929 krizinden farklı ve herşeye rağmen yükseliş eğilimi barındırıyor.) Zaten petrol fiyatlarının inanılmaz ölçüde artmasının ve bunun sonucunda dünyada çoğalan ve gidecek yer arayan bu petrodolarların yarattığı bir köpük, bir balon 2008 krizine giden sürecin köşetaşlarından birisi olmuştu.
Sistem böylece fazla genleşmiş ve ısınmıştı. Bir başka deyişle, ham madde ve enerji kaynaklarının azalması sonucunda istikrarsızlaşan bir ekonomik ortamın 2008 krizinde oynadığı rolü de dikkate almak gerekebilir. Kapitalizmin uzun dalgaları ve çevrimleriyle ya da eksik tüketim gibi gelenekselleşmiş açıklama biçimleriyle şu anki ekonomik krizin açıklanması biraz demode ya da eksik bir açıklama olabilir, yeni şeyler düşünmek, klişeleri aşmak zorundayız. Dünya kaynaklarının hızla erimesi, ve bu erimenin üreticileri ve tüketicileri azalan kaynaklara yönelik daha da şiddetli bir rekabete itmesi üzerinde de düşünmeliyiz.
Bütün medeniyetlerin, ama özellikle de Batı medeniyetinin, ekonomik, sosyal ve felsefi altyapısı dünya kaynaklarının sonsuz oldugu inancı üzerine bina edilegelmiştir. Sorun kaynakların nasıl akılcı, adaletli kullanılacağı ve bu yapılırken de insanların ne kadar özgür olup olmadığıdır.
Özgürlük meselesi bile ancak bu anlamda siyaset teorisinin en merkezi sorununu oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası iyice yaygınlaşan "kalkınma," "gelişme" gibi kavramlar ekseninde yürütülen hemen hemen bütün tartışmalar dünya kaynaklarının neredeyse sonsuz, iklimin ise değişmez bir parametre olduğu yönünde yanlış bir önkabüle sahiptir. Son birkaç yüzyıldır en merkezi sorunlardan bazıları bu kaynakların nasıl kullanılacağı, kimlere ne kadar pay verileceği, bu sürecin yarattığı sosyal sınıf mücadeleleriyle nasıl baş edileceğidir. Oysa iklim değişikliği krizi, başka şeyler bir yana, bize çok net bir şekilde dünya kaynaklarının sınırsız olmadığını hatırlatmaktadır.
Adam Smith'den Karl Marx'a; Keynes'den Friedman'a kadar hemen hiçbir düşünür dünya kaynaklarının sonlu olabileceğini aklına bile getirmemişti. Marx'ın üretim sürecinde burjuvazinin oynadığı "devrimci" rol konusunda heyecanlanmasının nedenlerinden birisi de budur. Doğayı, özellikle de diğer hayvan ve bitki türlerini, kendi egemenliği altına almak insanın hemen her kültürde ve tarihte en büyük ideallerinden birisini oluşturmuştu. Aydınlanmacı hümanistlerle tek tanrılı dinlerin izleyicilerinin en önemli ortak noktası da dünyanın ve onun kaynaklarının "insan" için sunulmuş bir "hediye" olması yönündeki naiv ve yanlış inançtı.
Her ne kadar Malthus ve evrimci düşünürlerin bu konudaki çekinceleri söz konusu olmuşsa da pek de etkili olduklarını söylemek zor. Müthiş bir "ilerleme" çağı yaşanır, "insan" her düzeyde yükselir, yeni kıtalar, alanlar "keşfedilirken" kaynakların kısıtlayıcı bir etken olması pek mümkün değilmiş gibi gözüküyordu. Daha tarıma "açılabilecek" çok alan, "kurulabilecek" çok fabrika, "yakılabilecek" cok orman, soyu "tüketilebilecek" çok sayıda hayvan ve bitki var gibiydi. İnsanlık geliştirdiği yeni teknolojileriyle kendisine sunulmuş "hediyesini" tepe tepe kullanma yarışına girdi! Kapitalizm adeta böylesine bir inanç için çizilmiş ideal bir sosyal sistemdi! Dinamikti, yenilikçiydi, rekabetçiydi, acımasızdı ve sürekli ve sınırsız büyüme üzerine inşa edilmişti.
İklim değişikliği krizi herşeyden çok da son yüzyılların dominant ekonomik modeli olan kapitalizm için büyük bir sınav anlamına geliyor. Üstüne üstlük öyle bir dönemdeyiz ki küresel ısınmanın kapitalizm üzerinde yaratacağı baskılara ilaveten kapitalizmin kendisi de 2008 yılında tarihinin gördüğü en büyük krizlerinden birisinin içinde. Bu krizden çıkışın yeniden liberal bir eksende mi yoksa Keynes'ci bir eksende mi gerçekleseceği ciddi ciddi tartışılıyor. Ne kadar piyasa olsun, ne kadar devlet düzenlemesi olsun?! Buna benzer sorularla vakit kaybediliyor.
Ancak bu krizin böylesine basit bir şekilde atlatılacağını düşünenler uzun vadede yanılacaklar. Tarih ve doğa kapitalizmi çok daha çetin bir sınavla yüzyüze bırakacak. (Burada sistemin kendi kendisine çökeceği gibi naiv birşey söyledigimi sanmasın ortodoks, "hümanist" potansiyel eleştirmenler) Çünkü çok daha büyük bir takım kozmik dinamikler harekete geçmiştir. Şöyle ki: kapitalizm sürekli genişleyen ve hızını artıran bir sistemdir, Marx'ın da haklı olarak dediği gibi, kapitalizmin varlığı için sürekli genişleyebilmesi bir tercih değil, onun doğasına ilişkin bir zorunluluktur. Ona o müthiş dinamizmini, yaratıcılığını, adaptasyonunu veren de bu gerçekliktir. Oysa dünya nüfusunun artışı ve dünya kaynaklarının, özellikle suyun, sınırlılığı ister istemez, tek tek kapitalistlere önemli fırsatlar sunabilse de, bir bütün olarak kapitalist üretim ve tüketim tarzına ciddi kısıtlamalar gündeme getirecektir.
Kaynakların sınırlılığından söz açılmışken rekabetin sınırlılığıyla da ilgili biraz düşünmek lazım. Neoliberalizmin yükselişiyle dünyada rekabet son 30 yılda dizginlerinden boşanmış rekabete dönüştü. Fetişleştirildi ve en aşırı, en dip noktalarda yaşanmaya başladı. Bu durum sadece ekonomide değil, hayatın her alanına da doğrudan sirayet etti. Oysa belirli bir noktayı geçtikten sonra ne kadar zorlarsanız zorlayın rekabetin boyutunu ve şiddetini artırmak ancak bir yere kadar mümkündür, çünkü zaten artabileceği kadar artmıştır. Bir anlamda genişlemesinin maksimum sınırlarını zorlamaktadır.
Hayvanlar aleminden bir metafor kullanalım: Çitalar kısa mesafede en hızlı koşan hayvanlardır, ancak artık hızlarının sınırlarına ulaştılar ve hızlarını artırmaları artık mümkün değildir çünkü vücut ısısının artması sonucu biyolojik sistemlerini daha da zorlamak ölüm demektir (bu durum onların soylarının tükenme tehlikesini çok ciddi bir olasılık olarak dayatmaktadır). Rekabetin de başına gelen biraz bu oldu, ve öyle görünüyor ki bu süreç önümüzdeki dönemde de varlığını hissettirecektir.
O nedenle de doğal sınırlarını fazlasıyla zorlayan rekabet dizginlerinden iyice boşanacak ve risk dozunu artırarak bu sınırlılığı zorlayacaktır. Geçtiğimiz on yıllık dünya kapitalizminin tarihi biraz da bu fenomenin tarihidir: sürekli ve aşırı risk alma ve bunun doğal sonucu olan balonlar, köpükler... Önümüzdeki süreçte, geçmişe kıyasla, hızlı toparlanmalar ve akabinde onu izleyen hızlı çöküşlerle dolu bir kapitalist sistem görürsek pek şaşırmayalım. Kapitalizmin kısa ve uzun dönemli çevrimleri zamansal olarak giderek kısalacaktır.
Aşırı üretim, aşırı tüketim ve dünya kaynaklarının talan edilmesi üzerine kurulmuş kapitalist sosyal model ya çok ciddi bir mutasyona uğrayacak ya da giderek artan bir muhalefetle karşılaşacaktır. Bu muhalefetin biçimi eskisi gibi sosyal sınıflar arasındaki eşitsizlik, sömürü vb gibi temaların merkezde olduğu bir temel eksenden olmayacaktır. Bunlar önemini korumakla beraber, asıl muhalefet kapitalizmin bir tür olarak insanlığın sonunu hazırlaması üzerinden bina edilecektir. Küresel iklim krizinin kapitalizme dayattığı büyük sınav bu noktada olacaktır. Kendisini adapte edip değişen koşullarda farklı pratikler ve söylemler geliştirebilir ama bugüne kadarki doğasında ciddi mutasyona uğramadan bu işten kolay kolay sıyrılamayacakmış gibi gözükmektedir. Her ne kadar çevre konuları, yeşil temalar artık Türkiye'de bile şirketlerin ürünlerini pazarlamada kullanılmakta ve bu yolda ciddi, derin önlemler düşünülmekteyse de sosyal eşitsizliklerden ve emek sömürüsünden çok daha çetin bir sınavla karşı karşıyayız. Ona radikal muhalefet ettiğini düşünenlerin çevre ve yeşil temalara ne kadar vakıf olduğu ise, en azından benim kafamda, bir soru işaretidir. Üstelik sınıfsal eşitsizlikler ve sömürü nüfusun sadece belirli kesimlerini ilgilendirirken, bir tür olarak insanlığın yokoluşu herkesi ilgilendirmektedir. Sahici bir muhalif siyaset yürütmek isteyenlere zengin bir alan oluşuyor. İnanmayanlar 2012 Kıyamet filminin gişe performansına bir baksınlar!
Küresel iklim değişikliğinin önemli sonuçlarından bir tanesi de ekosistemlerin hızla değişmesi ve giderek çöküşüdür. Onbinlerce yıldır doğal seçilim üzerinden kendilerini belirli sıcaklıktaki ortamlarda yaşamaya evrimleştirmiş binlerce hayvan ve bitki türünün sonu küresel ısınmayla gelecektir. Bu ısınmanın okyanuslarda planktonları ortadan kaldırma riski vardır ki gezegenimiz için oksijen sağlayan en önemli kaynaklardan birisidir bu mikroskopik canlılar. Dünyanın akciğerlerinden bir diğeri, tropikal ormanların geldiği durum da ortada! Ayrıca okyanusların ısınması sonucu sudaki asit miktarının artması da birçok canlı türünün soykırıma uğraması demek olacak. Besin zincirinin orasıyla burasıyla oynamanın gelecekte ne tür olası krizler getireceğini ise hiç kimsenin kestirebilmesi mümkün değil. Finansal piyasaların bile öngörülemediği hatırlanırsa, bundan kat be kat daha büyük ve karmaşık ekosistemlerinin çöküşünün getireceği belirsizliklerin içinden çıkılamayak büyük sorunları beraberinde getireceği aşikardır.
Gerçi insanlığın onbinlerce yıldır tarihte birçok türü soykırıma uğrattığı da bir vakıadır. Avrupa'da yaşayan Neanderthal insanların soylarının tükenme tarihinin atalarımızın Avrupa'ya yayılma dönemine denk düşmesi küçük bir tesadüf olmasa gerek. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalarla (GDO) bunun farklı biçimleri de bugün gündemde. Asıl ilginç olanı şu yaşadığımız dünyada her dakika canlı türlerinin yokolma hızının 4.5 milyar yıllık dünya tarihinde eşine az raslanır bir hız olduğu da biliniyor. Bazı bilim insanlarına göre canlı türlerinin bugünkü yokolma hızı ve miktarı dinazorların yok olduğu 65 milyon yıl önceki büyük felaket dönemindekini andırmaktadır. Eskiden daha çok doğa güçleri tarafından doğal olarak yaşanan bu süreç şimdi insan eliyle harekete geçmiş durumdadır. Kapitalizmden önce başlamıştı bu süreç ama o bunu mantıksal sonucuna ve akıl almaz boyutlara ulaştırdı.
Sosyal tarihin güzel bir metaforuyla bitirelim: nasıl ki yoksullar ve "ezilenler" egemen kesimler karşısında tarihin basit ve pasif aktörleri değillerse, diğer canlılar da insanlığın sadece kendisi için gezegenimizi kolonileştirme süreci karşısında asla basit ve pasif aktörler değillerdir. Hatta bu topraklarda ve sularda bizden çok daha eskiler. Onlar da, örneğin virüsler, kuşlar ve sinekler, yaşam mücadelesinde sürekli degişerek, yeni koşullara adapte olabiliyorlar, ve hatta kendilerini tehdit altında gördüklerinde yeni silahlar, zehirler, hastalıklar vs geliştirebiliyorlar.
Modern medeniyetin en büyük yanlışı ve yalanı olan doğal ile sosyalin birbirinden ayrı ve farklı olduğu yanılsamasından kurtulamazsak bırakalım "özgür ve eşit bireylerden oluşmus toplumlar" idealini gerçeklestirmeyi, bir tür olarak insanlığın geleceği bile ciddi bir risk altında olacaktır. Öte yandan, zaman bütün canlıların, insan dahil, birbiriyle kardeş ve aynı kökten geldiklerini hatırlama ve hatırlatma zamanıdır. 2009 bu açıdan iyi bir yıldır. O yüzden Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Polonezyalıların, Afrikalıların, velhasılı herkesin, onbinlerce yıl önce köklerinin ortak olduğunu, yani hepimizin kardeş olduğunu, bilimsel düzlemde de hatırlama zamanıdır. Bu nedenle bugünlerde gözümüzü Ankara ve Diyarbakır'dan çok Kopenhag'a dikmekte fayda var. (MK/İP)