12- 21 Temmuz tarihleri arasında Strasbourg’da iklim değişikliği ve sürdürülebilir kalkınma temalı, “Davranışlarımızı Değiştirelim, İklimi Değil” başlıklı bir seminere katıldım.
Association Migration Solidarité et Echanges pour le Développement (AMSED) tarafından Erasmus+ projeleri kapsamında düzenlenen seminer, enformel eğitim tekniklerinin kullanıldığı, çok uluslu bir ortamda bilgi, deneyim ve fikirlerin paylaşıldığı son derece verimli ve eğlenceli bir öğrenme tecrübesi yaşattı bana.
Bu seminerin sadece ben ve diğer Türkiyeli katılımcılar için Strasbourg’ta olan biten bir seminer olarak kalmamasını istedim. Siyasi ve toplumsal gündemin tüm huzursuzluğuyla her gün değiştiği ülkemizde kafamızı, gömdüğümüz ve artık boğulmaya başladığımız kumdan küresel bir sorun için çıkarmak iyi olabilir.
İklim değişikliği, Türkiye’de sivil toplum örgütleri düzeyinde zaman zaman dile getirilen bir konu olsa da bu alanın dışından, sıradan bir vatandaş olarak bu sorun bana Türkiye’nin öncelikli problemlerinden biri gibi gelmemişti. Oysa uzun vadede Türkiye dahil tüm ülkelerin geliyorum diyen bir felakete doğru eşit hızda sürüklendiği de açık. Avrupa ülkeleri sanayileşme ve modernizasyonla hız kazandırdıkları küresel ısınmaya karşı aksiyona geçme kararını çoktan almıştı da görünüşe bakılırsa bu artık gündelik hayatlarını da etkiliyor.
Strasbourg’ta kamusal alanlarda kontrollü akan çeşmelere, sensörlü ışıkların olmayışına, sokak lambaların kısık yanışına, tarımda yerele dönüşe ve geri dönüştürülebilir eko-ürünlere olan yoğun ilgiye bakılırsa küresel ısınmanın kitlelerin hareketleri üzerinde etkilerini görmek mümkün. Özellikle gençliğin bilinçlenmesi üzerine gerçekleştirilen bu seminer de bu bilinçlenme hareketinin bir kanıtı.
Bir katılımcı olarak ben bu seminerden dopdolu çıktım. Ekoteröristlerin varlığını bilmiyordum mesela. Amerika, hükümetin aldığı kararlara çevreyi korumak adına engel olan aktivistleri, ekoterörist ilan etmiş! Çevreye zarar verenlerin ekoterörist olmasını beklerken, bu tersine algı yaratma eğilimi beni güldürdü. Türkiye’de henüz ekocu ilan edilen terör örgütü yok neyse ki.
Bunun dışında, iklim mültecilerinden haberdar oldum. Ülkesindeki kuraklık, sel vb iklim sorunlarından dolayı başka ülkelere göç etmek zorunda kalan insanların da diğer mülteciler gibi tanınması gerektiği konusunda girişimler olduğunu öğrendim. Bilemiyorum, Türkiye’den iklim mültecisi olarak ayrılan olur mu, ama dünya da böyle insanların olduğunu bilmek üzücü. Ayrıca, dünyaya bıraktığım ekolojik ayak izim hesaplandı. Toplu taşıma kullandığım için, uçakla fazla seyahat etmediğim için ortalama bir puanım varmış ama yine de karbon ayak izimi azaltmamı gerektiren bir noktadayım. Sık uçağa binen, kendi arabasıyla işe giden, elektronik cihazlara bağımlı yaşayan, ısınmak için elektriğe, serinlemek için klimaya bağımlı olanların vay haline! Dünyayı yakarsa onlar yakacak.
Bu seminerde çevreciliğe dair terminoloji ve teorik bilgiler dışında uygulamaya yönelik şeyler de öğrendim elbette. Eko-hareketlerle bireysel olarak iklim değişikliğine karşı durabileceğimize ikna oldum en basitinden.
Eko-hareket nedir derseniz, çevreyi korumaya yönelik her türlü hareket diyebiliriz. Örneğin kimyasal deterjan yerine beyaz sirke ile evi temizlemek, sürekli plastik şişe ile su alıp çöp yaratıp durmaktansa kendi suyumuzu yanımızda taşımak, plastik şişelerden puf yapmak, karton kutulardan cüzdan yapmak, daha az et tüketmek, toplu taşımayı arabaya tercih etmek, her konuda tüketimi azaltmak vb.
Kendi bulduğu eko-hareketten iş kurup başarı hikayelerine imza atanlar bile var. Strasbourg’da bir grup genç, ezilmiş büzülmüş beğenilmeyen meyvelerden meyve suyu üreterek zaman içerinde “Moi Moche et Bon” (Ben çirkin ve iyiyim) isimli bir meyve suyu markası yaratmış ve ürünleri raflarda yerini gayet de almış.
İklim ve çevre sorunlarını tartışıp farklı ülkelerdeki sorunlara birlikte çözümler üretmeye çalıştığımız bu on gün boyunca, 12 ülkeden 40 katılımcı olarak ortak iki noktaya değindik: Birincisi çevresel sorunlar karşısında küçük de olsa geliştireceğimiz eko-hareketlerle bireysel olarak bir duruş sergileyebiliriz. Bu her ne kadar okyanusta bir damla olsa da davranışlarımızda yaratacağımız değişiklikler dalga dalga toplumun geneline yayılabilir.
İkincisi, eko-hareketlerin ulusal ve küresel düzeyde uygulamalarla taçlanabilmesi için asıl iş politikacılara düşüyor ve karar alma mekanizmasında yer alan insanların da kararlarında çevreyi gözetmeleri gerekiyor. Politikacıları bu noktaya getirmek de yine sivil toplumun işi. Görünen o ki iklim değişikliğine karşı savaşı hiçbir silah, top tüfek olmadan sivil toplum başlatacak.
Bizler katılımcılar olarak, seminer boyunca bu sivil toplum hareketinin nasıl başlatılabileceği konusunda beyin fırtınaları yaptık kendimizce. Sorunlarımız farklı ülkelerde farklı dillerde dile getirilse de hayallerimizi aynı dilde, çerden çöpten kurduğumuz ekoşehirlere yansıttık. Hayallerimizde kurduğumuz ekoşehir Greenbourg bir gün gerçek olur umarım.
Bir birey olarak ben AMSED’in düzenlediği bu seminerden ekoterörist ilan edilmeyi göz alan bir ekovatandaş olabilme umuduyla ayrıldım. Bir eğitimci olarak da müfredatlarımıza ve kanunlarımıza çevresel hassasiyetlerin eklenebilmesini, ülke gündemimizde biraz da ekocu hareketleri tartışabilmeyi isterdim. Ekoteroistlerden ekovatandaşlara, ekocu hareket engellenmesin! (HB/NV)
Seminerle ilgili daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak isteyenler için tıklayın.