Fotoğraf: Pixabay
Penceresini göğe açan o kadının, bal rengi gözlerindeki mavi ağlıyordu. Bilmen gerekeni unuttuğunu ve minyatürleşen sessizliğin dinginliğinde, ona doğru gidişindeki hüzünlü heyecanı tırmanıyordun. Ve az sonra içinin amazonlarında kayboldun:
Burası neresiydi? Hangi dağların vadisiydi? Ayakların seni hangi ırmağın kıyısına taşımıştı? Hangi vaktin serinliğini duyumsuyordun... dokunurken suyun sancıyan kalbine? İstikrarsız bir mekiğin git-gellerinde üreyen hüznün, bitimsizce buğulanıyordu dün ile bugün arasında. Ne tam olarak düne aitti egziste eden bilincin, ne de bugüne.
Bu gidip gelmelerin paradoksuna düşmüş olmanın nedenlerini sorgulama gücün de, aslında hiç yoktu ve sen; adını bir türlü koyamıyordun hislerinin. Nereden gelmişlerdi; nereye gitmekteydiler beyninin kanını emen bu kenemsi hisler, nasıl ansızın türemişti? (Gerçekten ansızın mıydı gelişleri?) Acaba... acaba, kırılan bir kalbin un ufak olmuş parçalarını içinde taşıyan bir rüya mıydı bütün bunlar? Hiçbir şey bilmiyor ve anımsamıyor gibiydin.
Bu da ne? Bunca börtü böcek... Peki şu döşek gibi yere yayılan bunca yaprak da nereden geldi? Üstelik tam da göz pencerenin dibine! Hangi rüzgar canlarını acıtarak savurdu onları? Hangi ağacın dallarına ait olabilirlerdi? Kayın mı, kavak mı, gürgen mi? Ah, şimdi ağlıyor olmalıydı bütün ağaçların gövdeleri, üryan dalları! Yapraklar ki, ıssızlığın sırrını en iyi bilen ve en çok üşüyenlerdi... Gözlerinin önündeki bu mistik birikim, bir özverinin ifadesi miydi? Peki ama neden? Hem... sırrın rengi neydi? Kalbi atar mıydı ve lehçesi anlaşılır mıydı?
Ah hayat! Hayat denen olgu göz penceresinden gördüğü kadar olunca; düşleri de sınırlı kalır mıydı insanın? Kalıyorsa eğer, çığlıkları nasıl duyulsundu? Bundan mıydı hayallerindeki göğün, erişilmezliği; bir sevgiliyle eş tutulma arzusu ve bunca özlenmesi? Ya sesine ne olmuştu o sevgilinin ve kendinin? Hangi korkaklık bir yudumda yutmuştu o davudi tınısını? Sahi sevgili de nereden çıktı? (Hepten saçmalamaya başladın besbelli!)
Bu sefer, hayallerin dalgalarında göğe dimdik uzanan ağaçların kalın gövdelerindeki suyun akışını izledin. Parmak uçlarınla, o suyun pamuksu alnına dokundun. Kaygandı. Ilıktı. Serin ve berraktı. Suyun gizemli ıslığı kalbini aşkla okşadı. Yalnızlığına acıdı…
Sonra, sonra gözlerini yaprakların gözlerine çevirdin. Özlemini duyduğun o kadını da yanına aldın ve "bak!" dedin. "Sen de duy, gör gördüklerimi!" Kadından hiç ses çıkmadı. Kadının yüzü kırış kırıştı. Sahi tanıyor muydun? Ona odaklanacak durumda değildin. Umarsızlığına şaşmadın. Tekrar yüzünü yapraklara çevirdin: tutkuyla onların sevincini ve rüzgarla dansını izledin.
Hiçbir börtü böcek, varlığını yadırgamıyordu; bilakis, senin kokunu iyi bildiklerinden oralı olmuyorlardı! Bunca yaprak ve renkleri... gökkuşağı sanki! Kimileri mahmurdu; kimileri alacalı renginde derin bir hüzün besliyordu. Ama çoğu, yeni bir dünya keşfine çıkmış gibiydi. Ve sanki, gözlerine hediye edilmiş neşeli bir karnavalın oyuncuları gibiydi her biri. Coşkuyla kıpırdayıp duruyorlardı. Bu canlılık sana çocukluğunu anımsattı.
Nedense... onları, tıpkı çocukluğundaki gibi; çimenlere uzanıp bembeyaz bulutların sevişken dansını izler gibi izledin. İmrendin! Fakat yanına aldığın o kadın hala susuyordu. Ondan yana dönmeden, "Bu bir ölü olmalı!" dedin. "Nefes alan bir ölü!"
Henüz aklını yitirmemiş olmalıydın; çünkü, sadece bir hayalperest olduğunu düşündün ve düşündüğünü anımsadın. Giderek küçülen dünyandan bir anlığına kopmaktı amacın. (Emin miydin?) Hemen ardından, suyu kurumuş bir nehir yatağı olabilme ihtimalini düşündün. Bu düşünce hiç hoşuna gitmedi ve mütemadiyen gözlerini gökyüzüne çevirdin. Göğü, çarçabuk iç cebine koydun! Düğmesini itinayla ilikledin. Kararlıydın: bir daha göz pencereni açıp dış dünyaya bakana kadar, onu cebinden çıkarmayacaktın. Ya yanındaki şu ölü kadın… gözleriyle göğünü çalarsa? (Şşşş! Sesli düşünme! Faşizm var…)
Anladın ki; bundan böyle, ne fanusunda büyüyen bir kum tanesiydin, ne de asırlar öncesinden bir kervan gibi yollara düşebilecek kadar cesurdun. Yine anladın ki; sırf düşlerde var olan sahipsiz bir gölgenin teni olmazdı. Benliğine, "unut, unut gitsin!" dedin. İşte o an, simsiyah bir bulut çarşaf gibi yayıldı göğün göğsüne. Öyle bir hızlıydı ki, karartısını kavramakta geciktin. Gözlerin yasın avlusunda gezindi. Islandı. Yanında olduğunu düşündüğün kadın, büsbütün sır oldu. Güneş, tılsımlı çardağından aynı hızla kaybolurken, iniltisi ciğerlerini tırmaladı. Güneşte mi ıcı duyar, diye düşündün? Olup bitenler seni büyülemişti. Az önce araladığın göz pencereni sımsıkı kapattın. Sırtını o dış dünyaya döndün. O kadın, o kadını hepten unuttun. Ve unuttuğunu dahi anlamadın.
Sen, küçülen dünyana geri dönerken yüzünü; içindeki labirentlerde, yeni çıkış kapıları bulmanın verdiği yorgunlukla, “ahhh!” dedin. “Şu dağlar olmasaydı...”
İç sesinle kalakaldın. Bu kez de hiçbir duyan olmadı... (HK/AS)