Arkadaşım Hrant!
Sana bu mektubu ben diyeyim ki Dîyarbekir’den, Amed’den yazıyorum. Sen istersen Dikranagerd olarak kabul et.
Hani 2003 Kasım’ında geldiğinde belediyenin salonundaki panel sonrası; ben, sen, bir de ortak dostumuz, arkadaşımız Ragıp Duran; gruptan koparak bir taksiye atlayıp akşam alacasında Suriçi Balıkçılar başında araçtan inip Margos Ustanın kavlince Gavur Mahallesine kıvrılarak, yüzlerce yıllık Diyarbekir Ermenilerinin mekânı Surp Giragos Kilisesine varmıştık ya!
İşte sana bu satırları yazarken o günü flu bir film şeridi gibi yeniden hatırladım…
Kilisenin sokak kapısının tam üzerindeki tabelanın yarısı pas tutmuş ve mavisi hayli solmuş, pas tutan kahverengimsi parçası düştü düşecek gibi bazalt taş duvarda asılı levhanın dibindeki demir kapıyı aralayıp girmiştik içeri.
İçeri doğru açılan kapının yarı açılmayan gövdesi arkadan koca bir çengelle sürgülüydü.
Hani şarkı diyordu ya!
“Vardım baktım demir kapı sürgülü
Siyah saçlar sırmayınan örgülü
Benim yarim anasından görgülü
Nedir Allah nedir bunun çaresi
Sende hançer bende yürek yaresi…”
Aynen öyleydi. Girdik içeri. Sonbahar hüznü çökmüştü avluya. Kilisenin ikinci katına çıkan merdiven basamaklarının yanı başındaki ağacın solgun ve sararmış yaprakları yeri silme kaplamıştı.
Ne anasından görgülü sırma saçlı kızlar, ne de bize yarenlik edecek erkekler! Kimsecikler yoktu kilisenin avlusunda.
Geriye kalan hançer ve yürek yarasıydı sanki…
Anto Dayı kendirden oturma yeri olan, gürgen ağacından Diyarbekir usulü kürsüsünde oturmuş siyah şalvarının eteğine boca ettiği kehribar rengi tütünüyle haşır neşir sarma sigarası ile uğraşıyordu.
Bizi görünce kalktı yerinden. Merhabalaştık. Tanıdı seni. Gözünün içi parladı. Sen yine de kendini tanıtarak, hâlini sordun. Güldü ve seni tanıdığını bir daha vurguladı.
Yıkık ve harap kiliseye girdik. Damı çökmüş orta yeri sütunların yarı beline kadar toprak ve moloz yığınlarıyla dolu, deve hörgücüne dönmüştü eski ve kadim kilise. Anto Dayı, bir ritüel gibi şalvarının uçkur bağına bağladığı anahtarlığı eline alıp şangırdatarak açmıştı kapıyı. Hâlbuki artık ne anahtara ne de kilide ihtiyaç yoktu, her yerinden rahatlıkla girilebiliyordu kiliseye!
İkiniz; senle Anto, duvar diplerine çömelmiş eski zaman dervişleri gibi bir köşede diz dize oturmuş. Fısır, fısır Ermenice konuşmuştunuz.
Benle Ragıp sizi rahatsız etmemek için gözlerimizle anında kararlaştırıp sizi rahat bırakarak uzak durmuştuk. Epey konuşmuştunuz. Sohbetinizi bitirip tekrar bir araya geldiğimizde akşam alacasında çok fark edilmese de ağladığını fark etmiştik benle Ragıp!
“Gençlik yıllarımda, devrimcilik yıllarımda defalarca geldim, bu kilise bana ve arkadaşlarıma çok ev sahipliği yaptı” demiştin bana ve Ragıp’a…
Mektubun iyisi; derdini kelamınca kavlince anlatan, okunduğunda kafa yormayan, bir daha, bir daha okunması istenendir.
Bu sebeple iyisi mi biz Kürtlerin kelamınca “ez benî” deyip, lafı kıvamında bırakarak fazla da uzatmayayım Hrant…
Senin gidişinin üzerinden 15 yıl geçmiş. Onaltıncı seneyi devriye anması dündü. Ülkenin hâli; demeye de dilim varmıyor ama bıraktığından daha iyi değil! “Çözüm de çözüm…” dedikleri mesele hâla çözümsüz olaraktan hâli pür melalini koruyor.
Seni katleden katiller, tetikçiler, azmettiriciler, katledildiğin için ellerini ovuşturanlar, hâla “dava”yı sürüncemede bıraktırmakla meşguller.
Dostların ve vicdan sahibi insanlar seni sadece ölüm yıldönümün 19 Ocak’ta değil, her daim anıyorlar, bilesin.
Toprağında rahat uyu arkadaşım.
(ŞD/EMK)