Yazının görseli: Selvi Boylum Al Yazmalım, yönetmenlik koltuğunda Atıf Yılmaz'ın oturduğu, başrollerinde Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin'in yer aldığı, 1977 yapımı dram türündeki sinema filminden...
Sabahtan akşama kadar hovardalık yapardı Memo. Tanıkların dediklerine göre, yapmadığı halt kalmamış bu dünyada...
Hep o karısı olacak kadın, yani Hacer yüzündendi. Bi işe yaramadığı içindi bütün bunlar! Kaynanası, ona olan gıcıklığından, "Hece" adını takmıştı. ”Hece kalk, Hece otur!”
Oysa Hece, bütün "beceriksizliği"ne rağmen, üç ay parçası kız çocuğu doğurmuştu. "Hiç değilse biri erkek olsaydı ya!", diyordu gocunanlar. Sanki spermleri taşıyan Memo değilde, Hece’ydi.
"Hayır canııım! Kız hiç hünerli değil ayoool! Ne yapsın Memo! Delikanlı adam; mecbur kalıyooo... Dışarılarılarda arıyo mutluluğu!” diyordu dedikoducu, burjuva hayatına özlemle günlükler düzenleyen süslü ve konkenci kadınlar. Sanıyorlardı ki onların kocaları hovardalık yapmıyor; en azından bilmiyormuş rolünü oynuyorlardı birbirlerine karşı. Ve bu koca yapay ve suni nefes aldırtan tiyatro sahnesi sadece onlara aitti. Konkene sarmaları da bundan değil miydi? Ve Hece’nin kaynanasını, olanca güçleriyle fitnelemesinler de ne yapsınlar?
Bütün bunları pasif bir bir eylemci gibi uzaktan not eden Hece dayanamadı. Bıçak gırtlağına dayandı. Özellikle o kocası olacak herifin, onu hiçe saymasına dayanamadı. Üç küçük çocuğunu kaynanasının başına bıraktı bir kırkikindi vakti. "Artık dayanamıyorum; şimdi ne haliniz varsa görün!" dedi. Ve kapıyı çarptı arkasından….
Ama onun bu ani gidişine kimse akıl erdiremedi. O ki, onca sessiz ve uysaldı!
Anında, Memo’nun evini tarifsiz bir telaş aldı. Kaynana kriz geçirdi. Akrabalar onun etrafını sararak "ah ah ha bahtsız Memo!" dediler. "Kader işte!" dediler. Hovarda Memo da, karısının peşinden yollara düştü. Neymiş efendim; Hece’yi kolundan tutup, tıpış tıpış getirmezse, ona erkek demesinlermiş...
Bu sansasyonel haber, bakkalından çakalına kadar bütün mahalleye, jet hızıyla ulaştı. Konkenci kadınlar, komşular da yetişince kaynananın yardımına, dış kapının girişindeki ayakabı yığınından geçilmedi. Ya dedikodular? Gel de bu çuvalın ağzını büz şimdi!
Kimi dedi ki; "yok canım! Onun kesin bir sevgilisi vardır. Ona kaçmıştır!”
Kimi; ”sessizliğine bakmayın; çok inatçıydı!” dedi.
Kimisi de, ”yahu, hiç görmediniz mi? Kadın bırak yemek yapmasını, çay demlemesini bile beceremiyor!” dediler ve kaynanayı daha fazla provoke ettiler.
Sanki bir tarikat cemaatine gelmiş gibiydiler. Bir şeytan belirleyip hedef almaları, öldüresiye taşlamaları gerekiyordu...İşte, o da Hece’ydi.
Yok efendim, hep o anne ve babasının suçuymuş da, zavallı Memo gereken dersi zamanında vermesini becerememiş de; işte gidişi bundanmış da...
Gece gündüz öyle spekülasyonlar yapıyorlardı ki, Hece duysa, kesinlikle bilincini yitirirdi.
Hele kaynanası; o zaten ısrarla diyordu ki; "Hece yanlış terbiye edilmeseydi, böyle izinsiz çıkıp gitmezdi. Ben oğluma boşuna demedim; ”bu kız bir kelimenin bir tek hecesi dahi olamaz” diye. Şu başımıza gelen felakete bakar mısınız? Memo’ya dönüp "ah kuzum benim ah! Bahtsız kuzum…" diyordu.
Fakat bu laflar fazla geldi Memo’ya ve zıvanadan çıktı. Hararetle söylenen annesine: "Anne yeter, yeter, diyorum!" diye bağırdı. Ama yirmi saniye sonra, kadın yine aynı zurnayı aldı eline:
- Şımarıktı ayol, Aaaa! Taaa başından dedimdi! Tek çocukları diye, kulu kölesi olalım istediler. Görmediniz mi o anasını. Vıdı vıdı... hep peşinden gider kuyruk gibi! derken el kol hareketiyle, domates gibi kıpkırmızı oluyordu tombul suratı.
Ya kocası? O da sanki bir mahkummuş gibi, kamburuyla öylece süklüm püklüm oturuyordu koltuğunda. Durmadan ellerini ovuşturuyordu. Onu tanımayanlar, ya dilsiz, ya da deli sanırdı!
Bir kaç gün sonra bütün bu dedikodular, taa şehrin öbür ucundaki Hece’nin kulağına kadar gitti. Laflar oraya varana kadar biraz karakter değişti tabi. Haliyle, yepyeni versiyonlarla süslendi hikaye.
Efendim neymiş; Hece’nin çocuklarını aslında kaynanası büyütmüş. Memo’nun hovardalık yapmasına sebep kendisiymiş; çünkü çocukları kaynanaya bırakıp, sık sık gezmelere gidermiş. Kocayı takmazmış, feşmekan işte.
Bunları duyan Hece’nin baba evindeki iki gramlık keyfi hepten kaçıverdi. Huzuru kalmadı genç kadının. Çıldırma noktasına geldi. Ama, dedikoduları duyan bütün sülalesi başına çoktan üşüşmüştü:
- Sakın o eve bir daha ayak basma, kızım! Koca önce kocalığını yapsın. Aile babası olsun! Kadınlığına değer versin! Biz kızımızı bu günler için mi yetiştirdik? Olmaz böyle? Bize hiç yakışır mı?" dediler, her kahve ve çay fırt’ından sonra.
Hele Hece’nin annesi; ateş püskürüyordu havaya! Gün boyu aynı şeyleri tekrarlayıp durdu:
- Hayır efendim! Bu konu burada kapanmıştır! Artık onlara verecek kızım yok benim! El bebe, gül pembe, yetiştirdiğim biricik kızımı vermem o köylü kaçıklara, nokta!
Gerçekten de o, nokta dedikten sonra, bir iki dakika sessizlik oluyordu salonda. Kimi, gergin yüz kaslarıyla yere bakıyordu; kimisi de gülmemek için dudağını ısırıyordu.
Bunca ağır lafları yetmiyormuş gibi, kadın pür dikkat kesilmişti evdeki tuşlu telefon sesine. Zırt pırt gelen telefonları Hece’ye yasaklamıştı ve Memo’ysa, "canın cehenneme!" deyip, ahizeyi yüzüne kapatıyordu:
- Kızım, ben zaten başından anlamıştım, o Memo hergelesinin sana yar olamayacağını! Gözüm hiç tutmamıştı taaa başından! Amaaa... sen kızım, sen…dinlemedin sözümü. Sen de beni hiç saymadın!
Hece, annesini ve akrabalarını dinlerken, bir suçlu konumundaydı. Sadece yutkunup duruyor ve ağlıyordu. Her geçen gün, çocuklarının özleminden, biraz haha derbeder oluyordu. Ne terkettiği koca evi, ne de baba evi ona huzur veriyordu. Fakat yine de ailesini üzmemek için, dişini sıkıp kendince bir çözümler düşünüyordu.
Bu işin içinden nasıl çıkmalıydı Hece? Elindeki iki ucu boklu değneği nasıl paklasaydı acaba? Tükürdüğünü yalamak, hiç yakışık almazdı. "Gurur" diye bir şey vardı neticede!
Derken; sonunda mide ağrılarından kıvranır oldu.
Günler, hiç geçmeyen mevsimler gibiydi. İştahı kesildi. Gece uyku uyuyamaz oldu mide ağrısından. Yatağında sessiz hıçkırıklar içinde kıvranmaları bir türlü son bulmadı. Anne ve babası onun hallerinden bihaberdi; çünkü Hece, sıkıntısını onlara hissettirmemek için direniyordu.
İkinci haftanın sonunda bir gece vakti, kalktı Hece. Mide sancılarına rağmen valizini sessizce hazırladı. Ayak uçlarına basarak, sessiz sedasız çıktı evden. Gecenin sessizliğinde ve sokak lambalarının loş ışığında, bir süre taşıdı valizi. Korku ve endişeden nefes nefeseydi.
Arkadan bir araba sesi duydu. Gelen sarı bir taksiydi. Ona el kaldırdı. Duran araca bindi. Adresi söyledi. Ve içini ürpertiyle karışık bir huzur aldı. Artık çocuklarına kavuşacaktı. Şehrin içi bomboştu. Trafik olmadığından, evine varması daha kısa sürecekti. ”Bu saatte mışıl mışıl uyuyor kuzucuklarım!” diye geçirdi içinden.
Çocuklarına yapacağı sürprizin heyecanını yaşıyordu Hece. Kendi kendine gülümseyip duruyordu arka koltukta. Bir ara dışarıya baktı. Yol lambaları yoktu. Karanlıktı ve bu yolu bir türlü tanıyamadı. Telaşlandı. Sevinçten duyduğu heyecanın yerini tedirginlik aldı.
-Hangi yoldan gidiyorsunuz, kaptan? diye sordu.
Sürücü yanıt vermedi. Hece, dikiz aynasından sürücünün yüzünü görmeye çalıştı, ama ayna simsiyahtı. Daha dikkatli bakınca, parlayan iki ışık çarptı gözüne. Kalbini ağzında hissetti. Öne doğru eğilerek:
- Befendi? size bi soru sordum? Bu hangi yol?
(HK/EMK)