Fotoğraf: Evrim Aydın - AA
Metanın tuzağına düştüğü oranda insanlık,
kendi kurduğu sehpada kendi geleceğini boğar...
Hassas ve zorlu bir süreçten geçiyoruz. Sürecin bu niteliği -eğer öznellik, reel politik vb. olgulara tutsak değilseniz- edeceğiniz her lafı tartmanızı, zamanlamaya ve öncelik sıralamasına dikkat etmenizi gerektiriyor. Kaldı ki süreç, siz kaçsanız da sizi kovalayacak zorunluluklarla ve sorumluluk gerekleri ile dolu. Dolayısıyla da acele etmenin ve politik gereklilikleri duygusal-psikolojik ihtiyaçların gölgesi altında bırakmanın kimseye yararı olmaz.
Elbette herkes konuşacak, dertleşecek, sosyal medya vb. platformlarda kendini ifade edecek; ama çok fazla uyaranın, yönlendiren ve yanıltanın olduğu bu süreçte tartışılacak konunun çokluğu ve kendi yanılgısını kendisi üreten insanların hiç olmadığı denli yaygınlığı, yöntemsel bir tutarlılık içinde sadeleştirme yapmayı gerektiriyor.
14 Mayıs sonrasında görüldü ki enformasyon ölçüsüzlüğü dezenformasyonu besliyor. Bilimle demagojinin iç içe geçtiği koşullarda beklentilerle gerçeklik ters düşüyor. Bu noktada sıkıcı olmamaya özen göstererek yöntemsel bazı anımsatlar yapmakta yarar var.
Marks radikalizmi, sorunları kökten kavramak olarak değerlendirir. Lenin'e göre asıl anlamıyla diyalektik, şeylerin özündeki çelişmelerin incelenmesidir. Victor Hugo felsefeyi düşüncenin mikroskobu olarak tanımlar. O halde bugün bizim, düşünceyi felsefi mikroskobun altına alıp, sorunları kökten kavramaya ve şeylerin özündeki çelişmeleri incelemeye ihtiyacımız var. Başka türlü, temele/kökene inemiyor, diyalektik bakamıyor, neden-sonuç ilişkisi kuramıyoruz. Ve sonuçta Marks'ın baş aşağı durduğunu söylediği, gündelik akılla yetiniyoruz.
Seçimlere atfedilen ve solda parlamentarizm salgınını büyüten abartılı önemin de sonuçlar karşısında yaşanan ruhsal yıkımın da sebebi budur. Burada amaç küçümseme, yok sayma veya sadece "devrimi görme" vb. değildir. Tersine, günlük akıl yerine bilimsel, bütünlüklü bir aklın izlenmesidir; kavganın uzun erimli görülmesi, taktiksel olanın stratejik olanla yer değiştirmemesidir.
Birçok şey öylesine sığ ve basit tartışılıyor, öylesine hafife alınıyor ki kimin canı nereden yanıyorsa, kim neye öfkeliyse veya aklı neye basıyorsa oradan konuşuyor. Tam bir fikri keşmekeş söz konusu. Örneğin kimilerince savunulup öne çıkarıldığının aksine "nasıl bir ülke istediğimizin" değil, "nasıl bir ülke istemediğimizin" referandumudur 28 Mayıs. Veya cehennemin kapılarını kapatmıyoruz, bu yolda sadece bir eşik atlıyoruz.
Çoğumuzun hoşuna gitmese de bırakalım cehennemin kapısını kapatmayı, sanıldığının ve beklentiye girildiğinin aksine 28 Mayıs eşiği istediğimiz gibi aşılsa da demokratiklik, kamuculuk ve laiklik konusu bu süreçte istediğimiz biçimde çözülmeyecek. Çünkü mücadelesiz hiçbir şey kazanılmıyor. Neyle ve nasıl mücadele etmemiz gerektiğinin anlaşılması, o konularda ne durumda olduğumuzu yani bir bakışla son 21 yıllık, bir başka bakışla son 40-50 yıllık tahribatı, kötülüğün örgütlü operasyonlarını görmeyi gerektiriyor.
"Ya hep ya hiç" bizlerin tarzı olamaz. Sorunun büyüklüğünün kavranması yetmez; bunun nasıl bir mücadeleyi gerektirdiği de kavranmalıdır ki bu, kolaycılığa düşmemeyi, bir parmak tıklatmayla sorunların çözülemeyeceğinin bilincinde olmayı gerektirir. Ancak ne yazık ki muhalif kesimde, istenilen değişimle orantısız biçimde bir kolaya kaçma hali var. Bırakalım daha farklı kavga alanlarının gereklerini, yeterli sandık görevlisine sahip olmayan bir muhalefet söz konusu. Bunu "alt yazı" olarak okursak; "ya bir gecede güle oynaya güzel bir ülkeye geçecek ya da karalar bağlayacağız" deniliyor...
Özetle, uzun erimli, zorlu ama sonuç alıcı mücedeleye uzak, günü kurtaran, elini taşın altına koymadan sonuç bekleyen bir muhalif toplam söz konusu. Bu tanımı ağır bulanlarımız olabilir. Ben buna bir de soru ekleyeyim: "Bir seçimle, üstelik henüz kaybedilmemiş bir seçimle bu denli moralsizleşmek neyin, hangi eksiklerin veya niteliklerin ifadesidir? Pes edip, istediğimiz dünyadan, binlerce yıldır uğruna bedeller ödenen değerlerden bu kadar kolay mı vaz geçeceğiz?" Bu konuda, hepimizin bildiği ve ortak değerimiz olan Arjantin'deki Plaza De Mayo Anneleri'nin bitmek tükenmek bilmeyen mücadelelerini ve sabırlarını ifade eden sloganını anımsayalım: "Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir."
Rivayete göre Napolyon, yenilgiye uğradığı bir savaş sonrasında komutanlarından yenilginin nedenlerini sıralamalarını istemiş. Komutanlarından biri "her şeyden önce yeterince barutumuz yoktu" deyince, "kâfi" demiş ve diğer nedenleri duymaya gerek görmemiş.
Bizler bunu, 14 Mayıs için "yeterince motivasyonumuz yoktu, mücadele azmimiz ve yöntemsel ufkumuz eksikti" biçiminde okuyabiliriz.
Doğrusunu söylemek gerekirse burjuva siyasetin niteliği tüm bu olup bitenleri kaldırır. Bu nedenle, burjuva siyasetin tuzağına düşmeden, zorunluluklarla devrimci kimliğimiz arasındaki dengeyi iyi kurmak lazım.
Bakış açısına bağlı olarak "biz bu sürecin temel/kalıcı öznesi değiliz" demek de mümkün. Çünkü bu geçici bir eşik. Ancak yoksayanlar veya önemseyenler için söylemek gerekirse bunun Marksizmde karşılığı da vardır. Geçişleri, taktikleri, ara aşamaları yok sayan bir savrulmaya, uçlaşmaya gerek yok. Biz devrimciyiz. Stratejik hedefi de geçiş aşamalarını da reformu da biliriz. Her birinin yeri farklıdır. Biri diğerinin yerini tutmaz.
Devrimciler, sol ufuklu gençler ve daha özgür bir gelecek düşü kuranlar, burjuva dar ufuklu kesimlerin sığlığına düşmeden, sonuçların etkisiyle savrulmadan yoluna her durumda devam etmeyi bilmelidir. Bizim aklımıza en son gelecek şey toplumsal YOL'lardan umut kesip bireysel patikalara yönelmektir; her başarısızlıkta başarının tanımını değiştirip kendimizi kandırmaktır. Evet, toplumsal denizlerde yüzmek kolay değildir ama sığ sulardan çok daha anlamlıdır; buradaki derinlik, perspektif derinliğidir, kavrayışı ve anlamı büyütür.
Her şeyin güzel olmasını istemek gerekli ve anlamlıdır ancak bunun kendiliğinden olmayacağı açıktır. Uygarlıkların Batışı'nda Amin Maalouf'un dediği gibi, "Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek olacaktır."
Bilinir ki umutsuzluk, kendine güveni aşındırdığı oranda kişinin egemenlerce dayatılmakta olana direncini kırar. Bu bir teslimiyet halidir. O andan itibaren, daha iyiyi, daha güzeli zorlamanın yerini ilkesiz/yöntemsiz duruşlar, öğretilen içi boş söylemler alır.
Öğrenilmiş çaresizlikleri bir tarafa bırakıp gerçek potansiyelimizi, neler yapabileceğimizi görelim. Çünkü bir yanıyla da neye inanırsan sen o'sun... Hiçbir şey için geç kalınmış değil, yapacak çok şey var. Yeter ki karar verelim: Bize dayatılan sahte kimlikleri, deli gömleklerini yırtıp mı yola çıkacağız yoksa "ya hep ya hiç" tuzağına düşüp kendi esaret zincirimizi kendimiz mi oluşturacağız?
(MY/Mİ/AÖ)