Dokuz yaşındaydım. Gece ev baskınları, çatışmalar günün olağan seyri olmaktan çıkmış, çocuk olarak özlediğimiz oyunlar halini almıştı artık. Değil dışarı çıkabilmek camdan bile bakamadığımız zamanlar çocuk aklıyla bizim için en heyecan verici olaylardı. Mesela bir akşamüstü balkonda yemek yerken, tümen komutanlığına inmeye çalışan bir helikoptere ateş açılmış, çatışma başlamış ve ortalık savaş alanına dönmüştü; bizse yemeğin başında helikopter düştü mü düşmedi mi kavgası ederek izliyorduk. Öyle ki birkaç gün çatışma olmayınca rahmetli anneme 'neden artık çatışma olmuyor, sıkılıyoruz' dediğimi hatırlarım.
Havada kurşunların uçtuğu, yakınlara düşen bombaların karanlığı yardığı bir zamanı, camdan aksiyonlu bir Hollywood filmi izler gibi heyecanla izlerken, hayatımızın en gerçek kesiti annenin sıcak elini ensemizde hissetmekle sona ererdi ve evin altındaki bir başka gerçekliğimize girerdik: Sığınak… Sığınakta ne kadar kalınacağını kimse kestiremezdi, zira o süre “aksiyon” bittiği zaman bitecekti. Bu “aksiyon”ların iki aya varan elektrik kesintilerine mal olduğu ise bir başka gerçeklikti…
Bu “aksiyon”lar hemen hemen her gece olurdu, olmadığı zamanlarda ise evlere gece baskınları yapılırdı. Ev baskını 20-30 kişilik ekiplerden oluşan özel timler (Tansu Çiller hükümetteydi ve biz bu ekiplere Tansu’nun Askerleri diyorduk) tarafından yapılırdı. Tansu’nun Askerleri; başta vicdan, merhamet ve adalet duygusu olmak üzere hiç bir insani değerden nasibini almamış ve her nasılsa insan vasfını kazanmış bir grup varlıktı.
Ev baskını demek, dipçik darbeleri ve küfürler eşliğinde kırılmak üzere “çalınan” kapılar, Tansu’nun Askerlerinin çamurlu postallarıyla eve dalması ve bütün aile bireylerini tekme tokat ve hakaretlerle bir köşeye toplaması demekti. Geride bıraktıkları alt üst edilmiş ve postal izleriyle dolu bir evdi. Hemen her gece tekrarlanan bir devlet ritüeli; öyle ya devlette devamlılık esastı ve bizim çocuk olmamız ve halının üstündeki çamurlar açıkçası devleti pek ilgilendirmiyordu. Her baskın ayrı bir travma, silinmesi zor bir izdir çocukluğumuzdan kalan.
Aslında her gün bir 18 Ağustos'tu yaşadığımız.
Ama 18 Ağustos 1992 günü, birçok açıdan o günlerin zirvesiydi artık. İlk başlarda diğer günler gibi başlayıp en fazla bir gün süreceğini düşündüğümüz çatışmalar dört gün dört gece devam etmişti.
Her açıdan hazırlıksızdık. Üstelik henüz bir sığınağımız da yoktu. Çatışmalar bu sefer çok daha şiddetli olup doğrudan evleri ve insanları hedef alıyordu. Evimizi de hedef alan havan topundan sonra bu duruma uzun süre dayanamayacağımızı anlamış evimizin 100 metre uzağındaki komşumuzun aslında ahır olan sığınaklarına geçmek için onlarla haberleşmiştik. Babam etrafı gözetleyecek, koşun dediğinde ailecek hep birlikte komşunun evine doğru koşacaktık. Evde erzak namına ne varsa aldığımızdan yükümüz de vardı. Babam işareti verdikten kısa bir süre sonra nefes nefese kalmış halde komşunun evindeydik. Vardıktan hemen sonra babamın yapmış olduğu ilk sayımda bir kişi eksikti. En büyük ablam yoktu. Komşunun evine doğru koşarken olduğumuz tarafa doğru ateş edildi demişti babam. O yüzden kapımızın önünde korku ve şaşkınlıkla durup olduğumuz tarafa bakan ve buzdolabında kalan etleri almak için gruptan koptuğunu daha sonra öğrendiğimiz ablamı bir süre o halde bekletmiş, daha sonra da işareti verip kendisini yarı yoldan ona siper ederek almıştı. Ablamın bireysel inisiyatifi ile yapmış olduğu bu önemli eylemi, çatışmanın ortasında da olsak bizi etsiz bırakmadığı için hep saygıyla anmışımdır.
Hatırlayabildiğim kadarıyla çatışmaların başladığı 18 Ağustos'un birkaç gün öncesiydi. Henüz kendi evimizde ve özel tim baskınlarını ağırlamaya devam ediyorduk. “Devlet ritüelleri” yoğunlaşarak devam ediyordu. Tansu’nun Askerleri yine çamurlu postallarıyla bütün odalara girmiş ve dağıtmıştı. Tabii ki kekliklerimizi görmemeleri imkânsızdı. Her nedense keklikler ve gerilla arasında bağ kuran asker öfke ve nefretle “Nerede saklıyorsunuz o teröristleri?” diye bize bağırdı. Babam gayri ihtiyari olarak, cılız bir sesle, ‘Bizim dışımızda kimse yok’ dedi. Ardından komiser olduğunu tahmin ettiğim kişi beni yanına çekti ve silahı başıma dayayıp balkona ve bahçeye açılan kapıya doğru beni kendisine siper ederek yürüttü. Annemin arkamdan “Wi nebin! (Götürmeyin onu!)” diyerek yalvardığı o ses kulaklarımda hala çınlar. Kapının sürgüsünü açmaya yetmeyen gücüm ve gövdem komiserin devasa boyutunu gerilladan “koruyordu” askerin aklınca. Zira komisere göre gerilla bahçedeydi ve namluları eve doğruydu… Nitekim fenerler bahçede tutulunca aranan “teröristler” bulundu: Mevzilenmiş iki mangadan oluşan ve fenerden gelen ışığa şaşkınlıkla bakan tavşanlarım! Beklenti yüksek manzara da bu olunca fatura beni anneme “kavuşturan” bir tekmeyle şahsıma kesildi.
O gecenin sabahında kapılar tekrar dipçiklendi. Bu sefer hedefte sadece erkekler vardı. Mahallenin bütün erkekleri sokakta tek sıra halinde, elleri başlarında dizilmişti. Babamı da aldılar evden. Pencereden izliyordum. Maskeli, ızbandut gibi ve muhtemelen komiser olan bir varlık herkesin içinden babamı çağırdı yanına. Seslerini duyabiliyordum: ‘Ne iş yapıyorsun' diye sordu babama. Babam Türkiye Kömür İşletmeleri’nde işçi olarak çalışıyordu. ‘Hem devletin ekmeğini yiyip hem de devlete ihanet etmeye utanmıyor musun' deyip babamın göğsüne yumruğu indirmişti. Babam önce yığma taşlarla ördüğümüz bahçe duvarına çarpmış sonra da yumruğun şiddeti ile çamurun içine düşmüştü. Sonrasında da yerdeyken tekmeyi yemiş sırasına geri dönmüştü.
Bundan sonra, bütün erkekler arka arkaya tek sıra halinde, elleri başlarında, çamura bata çıka emniyet müdürlüğünün olduğu yönde küfürler ve hakaretler eşliğinde yol almaya çalışıyorlardı. Savaşta esir alınmış savaşçıları andırıyorlardı. Tek fark savaş alanında değil kendi evlerinin ve ailelerinin gözleri önünde ilerliyor oluşlarıydı. Gidenler geri gelecek mi diye bütün mahalleyi korku salmıştı ki geç saatlerde mahallenin erkekleri birer ikişer gelmeye başladı. Emniyet müdürlüğünde kaba dayak küfür hakaret yemeyen kalmadı diyordu babam. Çok zoruna gittiği belliydi hakaretlerin. Sürekli gözleri dalıyor, belli belirsiz söyleniyordu. Gururunun çok kırıldığı belliydi. Ölüm tehditleri ve işkence ile itirafa zorlanmışlardı. Öyle ki komşularımızdan biri korkudan altına kaçırmış.
Bu yazıyı yazarken babamı tekrar arayıp o günün detaylarını anlatmasını istedim. Belli ki hatırlamak istemiyordu; zira bir zaman sustu. Sadece 'Dev ji berde kuremin, hema xude em xilas kirin, xude bela wa bidi (Boş ver oğlum, Allah kurtardı bizi işte, Allah belalarını versin)’ dedi. Üstelemedim.
Üstelemesi gereken ben değildim çünkü. Bu görev her ne kadar bizler için olağan şüpheliden öte fail de olsa kendi acısından bekası hepimizden ve mağduriyetimizden önemli “devletimizindir”. Bir günlük sürede başımızdan geçen bunca şeyi Kürdistan’ın her metresi için yüzlerle çarpın. En iyi haliyle yaşadığımıza benzer binlerce hakikat ve sadece sağ kurtulabildiklerine sevinenlerin faili belli hakikatleri. Araştırılması ve soruşturulması failin kendisine bırakılmaması gereken, kurulacak hakikat komisyonlarının açığa çıkaracağı hakikatler. Üzerinden on yıllar geçse de göğüs acıtmaya devam eden… (RD/HK)