18 Ağustos 1992.
Dokuz yaşındaydım o zaman. Dört gün, dört gece ateş altında kalmıştı Şırnak. Sığınağı olmayan evlerde, insanlar evleri hedef alan havan topu saldırılarından korunmak için evlerinin zeminini balyozla kırıp alt katlara inmeye çalışıyorlardı.
Bizim de evin damının bir kısmını koparıp almıştı havan topu. Şansımız var ki evimizde bir arada olmak için toplaştığımız yere gelmemişti. Sesten o kadar korkmuştuk ki, altımıza kaçırmıştık. Hedef olmak istemediğimizden dolayı hiç ışık kullanamıyorduk. Annem yataktaki idrarı kan sanmıştı. Annemin korkudan takırdayan dişlerinin hala sesini hatırlarım. Neyse ki babam el feneri ile durumumuzu görüp, annemi rahatlatmıştı.
O günden sonra bizim dâhil Şırnak merkezde hemen her evin altına bir sığınak yapılmıştır. O günlerde bir sığınağımız ya da bodrum katı benzeri bir şeyimiz olmadığı için 100 metre ötedeki komşumuzun evine koşmuştuk. Onların da sığınağı değil, evlerinin altındaki ahırları vardı.
Bizim gibi birkaç aile daha, dört gün boyunca koyun ve ineklerle aynı yerde yaşadık. Çocuk aklımızla bu heyecanlı bir şeydi ve bir şekilde oyun devam ediyordu ama büyüklerin çok tedirgin oldukları da ortadaydı. Dört günün sonunda Şırnak merkezde çalışır durumda hiç bir iletişim hattı kalmamıştı. Ninemler bize göre şehrin yukarı mahallesinde kalıyorlardı ve komşularımız dâhil hiç kimseden yaşadıklarına dair haber alamıyorduk. Babam, ninemlerin yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için beni görevlendirdi. Yetişkinlerin gitmesi tehlikeli olabilirdi. Çocuk olduğumdan bana bir şey yapmayabilirlerdi ya da artık “Görev, görevdi.” Evimiz, Şırnak’ın girişinde olduğu için yapacağım bu yolculuk ile Şırnak’ı baştanbaşa yürümek zorunda olacaktım. Görevimin tehlikesini farkında değildim ama annemin beni ağlayarak yolcu etmesinden dolayı bu işte bir terslik var diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Yola çıktım. Saldırı sonrası evlerden dökülen molozlarla doluydu her yer. Elektrik ve telefon direkleri ve bunların telleri bütün sokakları sardığı için zar zor yürüyebiliyordum.
Yürümemi esas zorlaştıran engellerden biri de sokak ve caddelerdeki hayvan leşleriydi. Yaydıkları koku da cabası. Yıllar sonra Piyanist filmini izlerken yaşadığım o günleri hatırladım. Wladyslaw Szpilman’ın yok edilmiş şehre girdiği o sahne sanki benim (bizim) hayatımdan alınmış bir kareydi.
Şehrin merkezi Cumhuriyet Meydanı’na kadar geldiğimde -ki yolu yarılamıştım- henüz tek bir canlı ile karşılaşmamıştım. Meydana vardığımda seyir halinde olan bir polis panzeri ile karşılaştım. Panzerin sürücüsü ve yanındaki diğer polis, sadece göz ve ağız bölgesini açık bırakan maskelerden takmıştı. Doğal olarak göz göze geldik. “Ne yapıyorsun burda?'” diye sordu birisi. Hatırladığım kadarıyla ninemlerin evine gittiğimi söyledim. Polis ise "siktir git” demişti. Ben de polis görmenin her Kürt çocuğunda yarattığı korku halinin yanında bir de küfür yemiş olmanın ekstra korkusu ve utancı ile koşar adımlarla hedefini şuan hatırlamadığım boşluğa doğru koşmuştum. Oysaki ninemlerin evi polis panzerinin geldiği tarafta kalıyordu.
Yıkılan binaların yanı sıra yağmalanan iş yerlerini hatırlıyorum. Kuyumcular ve elektronik eşya satan iş yerleri özellikle çok ilgi görmüştü. Meydandan az yürüdükten sonra şimdinin Milli Eğitim Müdürlüğü binası, o zamanın ise Valilik binasının önüne gelmiştim. Valiliğin çevresinde ve yakınında bulunan hemen bütün evler çatışmadan sonra delik deşik olmuşken, valilik binasına nasıl bir başarı ki tek kurşun değmemişti. (Şehri, PKK’nin bu hale getirdiği söylentisini hatırlatmak isterim) Az sonra ninemlerin evine gelmiştim.
Dedem duvar ustasıydı. İşinin de ehliydi. Evine sığınak yapmıştı. Ninemlerin kapısını uzun süre çaldığımı hatırlıyorum. Herkes sığınakta olduğundan kimse sesimi duymamıştı. Herkes diyorum. Çünkü komşulardan 4-5 aile de sığınaktaydı. Yaklaşık 50 kişi, 10-15 m2’lik mahzendeydiler. Yarım saat kadar kapıya vurdum. Bir taraftan sesleniyordum. Salya sümük ağladığımı hatırlıyorum. Sonra nasıl olduysa sesim onlara gitmiş. Dedemin kim o demesiyle beni içeri çekmesi bir oldu. Birlikte sığınağa indik. Ninem ağlayarak babama sayıp sövüyordu, böyle bir zamanda beni haberci olarak kullandığı için.
Sonuçta herkes yaşıyordu ama bu bilgiyi babamlara aynı gün iletememiştim. Sonrasında iletip iletmediğimi de hatırlamıyorum işin doğrusu.
Fakat hatırladığım bir başka sahne de, saldırı sonrası Şırnak halkının toplu olarak şehri terk etmesiydi. Arabası olan arabasıyla gidiyordu. Çoğunluk çoluk çocuk yürüyerek yol üstündeki köylere, köylerde yer bulamayınca Cizre'ye sığınmıştı. (aralarındaki mesafe 45 km) Biz de Siirt yolu üzerindeki bir köye sığındık. Biz de dediğim, bütün sülale. Şırnak'ta kullanılabilir hiçbir şey kalmamıştı. Bu yüzden de 2 ay boyunca kimseler şehre dönemedi. Döndükten sonra da çok uzun süre insanlar kendisine gelemedi. Hala da geldiğini sanmıyorum. En azından kendim için etkisini, bunca yıl sonra oturup bu yazıyı yazmamdan anlıyorum. (RD/HK)
Fotoğraf: Faruk Balıkçı
* Ramazan Demir, Avukat