"Kırmızı fularlı" Ayşe Deniz Karacagil'in gerillaya katıldığını duyunca, tabiri caizse içime hüzün çöktü. Biz "ovadakiler", onun yokluğuyla bir eksildik. Hemen her gün katliamlarla, cinayetlerle, tutuklamalarla azalırken, bu kez Ayşe Deniz'in gidişini öğrendik. "Haftanın haberi" olarak adlandırılabilecek olayın ayrıntılarını okumak için, bir anlık gafletle Yeni Özgür Politika'nın internet sitesine tıkladım. Sayfa, hep yaptığı gibi yine "error" verdi. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), siteye giriş yapılmasını münasip görmüyordu. Gaflet diyorum çünkü "sakıncalı site" olması hasebiyle kullandığımız adres farklıydı. Şiddet gören kadınlara koruma vermekten imtina eden devlet, üç maymunu oynamaya devam edebilmemiz için bir haber sitesine yıllardır ısrarla koruma tedbiri uyguluyordu. Ayşe Deniz dağa çıkıyor, haber okumak istediğim siteye giriş izni verilmiyor ve bu esnada bir yerlerde “barış süreci” devam ediyordu.
Ayşe Deniz'in gidişiyle, hüznün yanına bir de yalnızlık oturdu. Hissiyatım, "Aman da dağda kırmızı puantiyeli çorap giyen kadınlar var, şimdi orada bir başlarına ne ediyorlar" düşüncesinden ileri gelmiyordu. Ovadaki mücadelede omuz omuza vermenin epey şık olacağı kanaatini taşıdığım birinin yokluğuyla eksik, dolayısıyla yalnız kaldığımızı düşünüyordum. Tüm bunlar aklımdan geçerken fonda, memleketin türlü ahvaline uygun bir şarkısı muhakkak bulunan Ahmet Kaya çalıyordu:
"Çiğnenir ektiğin güller/Ah emeklerin boşa gider."
"Dağa çıkmanın dayanılmaz romantikliği" gibi yazıp çizilenler değil, işte buydu aklımdan geçen. Ayşe Deniz, Gezi direnişi nedeniyle gözaltına alındıktan sonra kırmızı fularıyla sosyalizm propagandası yapmakla suçlanarak tutuklanmıştı. "Kırmızı fularla sosyalizm propagandası yapmak" suçu (!), her ne kadar kulağa gerçekdışı geliyorsa da, başta KCK olmak üzere son dönemde açılan siyasi davaları bilenler için "O da bir şey mi" dedirtecek cinsten. Ayşe Deniz, 4 ay 6 gün Alanya Cezaevi'nde yattı. Ortada ne suç işlediğine dair tek bir delil yokken, 98 yıl hapsi istendi. İçeriden çıkınca, kendi iradesiyle (kandırma yok yani!) gerillaya katıldı. O, dağdakilerin inişi beklenirken, ovayı terk edenlerden oldu.
Ayşe Deniz, cezaevinde yatmamış olsaydı da dağa çıkar mıydı, bilinmez. Ancak basında okuduklarımızdan, cezaevi sürecinde koğuş arkadaşlarının anlattıklarından etkilendiğini anlıyoruz. Bunun yanısıra, devletin, 20 yaşındaki genç bir kadının kucağında taşıdığı gülleri çiğnediğini, kendisini neredeyse bir asırlık hapis cezası istemiyle yargıladığını da anlıyoruz. Şarkıdaki gibi, Ayşe Deniz'in, avcının kekliği yaralaması karşısında artık dayanamadığını anlıyoruz.
Son dönemde dağa çıkmayı, piknik yapmak zannedenlerin ciddiyetsizliğinde boğulurken, şapkaları önümüze koyup düşünmeliyiz. Bu ciddiyetsizlik denizinde, "O çocuklar ki kandırıldılar" diyerek yüzenlere, hasbelkader dağdan ineceklerin payına ne düşeceğini sorsanız, dut yemiş bülbüle dönerler. Dağdan dönecekler için cezaevi dışında nasıl bir yol haritası çizileceğine dair tek bir yanıtları yoktur. AKP döneminde açılan siyasi davalar kapsamında tutuklananların birer ikişer tahliye edildiği bir dönemde, bu bonkörlükten neden Kürtlerin nasibini alamadığına da cevap veremezler.
Erken yaşta kaybettiğimiz sevgili Evrim Alataş'ın, "Her Dağın Gölgesi Deniz'e Düşer" kitabında, gölgesi denize düşmeyen dağlar için sarf ettiği bir laf vardır:
"Bazı dağlar isyana değil başeğmeye, düşmanla uzlaşmaya ve 'barışmaya' da yataklık yapar. Ve böyle dağların gölgesi nihayetinde denizlere değil, egemenlerin üzerine düşecektir."
Ayşe Deniz, Alanya Cezaevi'nde yatarken ailesine gönderdiği bir mektupta, artık siyasi tutsakların sembolü haline gelmiş demir parmaklıklara zincirli bir güvercin ile doğmak üzere olan güneşi resmetmişti. Boynundaki fularla "rengini" açıktan belli eden bu genç kadın, o mektupta gölgesinin ne yana düştüğünü de yazmıştı aslında:
"Her dağın gölgesi denize düşer." (BK/EKN)