Hayvan hakları savunucuları 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın yasalaşmaması için çileli bir mücadele veriyorlar.
Hayvanlarla şöyle ya da böyle içli dışlı olmayanlar, onların yaşam hakkı fikri üzerine düşünmemiş olanlar, bunun ne denli yalnızlaştırılmış, ne denli garibanlaştırılmış bir mücadele olduğunu bilemezler.
Kolektif ya da bireysel, bir sokak hayvanının açlığı ya da hastalığıyla ilgilenmek kendiliğinden “pislik”, “delilik”, “tuhaflık” kavramlarıyla özdeşleştirilir, müdahale ve itilip kakılmaya açık hale gelir. Bu kimseler hayvan hakları çerçevesinde bir araya geldiklerinde, farklı zaman ve koşullarda deneyimledikleri bu yalnızlıklarını birleştirirler. Yine de yalnızdırlar.
Mesela hayvan hakları savunucusu Emel Yıldız, “Panter Emel” adlandırmasıyla hayvanlara ve onların haklarının savunucularına yönelik saldırının, bu mücadeleyi tuhaflaştırma, gülünçleştirme çabalarının hedefi haline getirilmiş bir insandır.
Sözün kısası, hayvan hakları savunuculuğu “ruh hastası yalnız kadın” imgesine yapıştırılan, “insanlar dururken boş işlerle uğraşmak” sapkınlığına indirgenen zorlu kavgalardan biridir.
Hal böyleyken hayvan hakları savunuculuğu pratiklerini eleştirmek ince bir ayar gerektiriyor ancak mutlaka söylenmesi ve anlaşılması gereken şeyler var: Hayvan hakları savunucuları kendi mücadelelerini insanlarca ezilen hayvanların özgürleştirilmesi olarak karakterize etmedikçe ve bu değerli çabalar bütününü siyasi bir bağlama kavuşturmadıkça, hafta sonu Kadıköy’de olduğu gibi cılız kalabalıklara, eylemde podyuma çıkan ünlülerin insafına, içeriksiz ve etkisiz sloganlara mahkum kalacaklardır.
Dernekler örgütleşmekten kaçınıyorlar ve örgütlülüğü siyasi bir tehlike olarak görüyorlar.
Toplumsal kabullerin yaygınlığına başvuran çok etkisiz bir argüman var: “Onlar da can, Allah’ın bize emaneti.” Bu inanan insanların çoğunlukta olduğu varsayılan bir toplum yaşamında bütünüyle anlamsız değil; ancak devlet pratikleri nezdinde “can”ın bir değeri olsaydı insanlar katledilmezdi, cinayetlerden utanç duyulurdu.
Örneğin Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz da bir “can”dı. Ama öldürdüler. Halkın dini duygularına hitap etmek stratejisi, modern kapitalist toplumun ihtiyaçları ve ihtirasları karşısında etkisizleşmeye mahkumdur.
Hayvanların deneylerde kullanılması, mezbahalarda topluca katledilmeleri, tecavüze uğramaları, toplatılmaları, ağır işkence altında yaşatılmaları politik pratikler bütününün sonucu olduğu için, çözümü de ancak politikleştirilmiş bir mücadeleyle mümkündür. İnsan dili ve bilinci olan bir hayvan olarak bütün diğer hayvan türlerini baskı ve sömürü altına aldığı için, bu hayvanların korunmasızlığı teması aracılığıyla vicdanlara seslenerek çözülebilecek bir sorun değil.
Tabii bunun tam karşısında, kendi yüksek politik mücadeleleri içinde hayvan hakları mücadelesine yer bulamayan örgütler ve siyasi eğilimler duruyor. Ekolojik siyasetler yürüten oluşumlarda bile kediler, köpekler, inekler, tavuklar, balıklar, maymunlar, martılar ve kargaların yaşamı somut bir biçimde yer almıyor. Doğayı koruyan ve yeniden üreten yüksek akıl içeren ekolojik projeler, ezilen canlılar olarak hayvanların yaşamını öncelikle konu edinmiyor.
Oysa insanların hayvanları ezmesi, insanlığın sınıflar halinde bölünmesinin sonucu olarak insanların insanları ezmesine yol açan aynı toplumsal ve ekonomik koşulların ve bu koşullar üzerinde yükselen kültürel ve ahlaki kabullerin bir ürünü ve sonucu.
Aynı kabullerin mukabil olarak bu ekonomik ve toplumsal ilişkilerinin sürdürülmesinin meşruiyet zemini olarak da işlediğini bildiğimize göre, sol/sosyalist örgüt ve partilerin, Kürt özgürlük hareketinin, insan hakları savunucularının, hukukçuların, kent hakkı savunucularının programlarında hayvanların yaşamı ve haklarının ilk sıralarda yer almıyor olması herşeyden önce bu sosyal ve politik hareketlerin sorgulaması gereken bir sorun.
Hayvan hakları anlayışının insanlık vicdanında bir yankı bulmasına fırsat veren en belirgin olgulardan biri olan hayvanlara “eziyet” çektirmenin ardındaki saiklere baktığımızda kar güdüsünün belirleyici rolünü görmemek neredeyse imkansızdır.
Endüstriyel hayvancılık, ticarileşmiş tıp ve ilaç laboratuarları, kapitalist et üretimi, kentsel dönüşüm ve mutenalaştırma projeleri karşısında hayvanların kaderi ve çektiği eziyet, kapitalizmin yerinden yurdundan ettiği ve mülksüzleştirdiği çiftçilerin ve yoksulların kaderinden farksızdır.
Ancak bunun da ötesinde kapitalist üretimin kendisi insanlığı içinde varolduğu ve kendisini onlarsız düşünemeyeceği canlı ve cansız doğanın çöküşüne doğru hızla taşırken, hayvan hakları mücadelesinin antikapitalist mücadeleye, sınıfsız bir toplum için verilen mücadelenin doğa-insan birliğinin yeniden kuruluşu bağlamında hayvan hakları mücadelesine bakması ve birbirlerinden beslenmesi hem bir ihtiyaç hem de bir politik ve felsefi zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.
Hayvan hakları savunucuları çabalarını toplumsal muhalefetin çabalarına yaklaştırdıkça, hayvan hakları mücadelesinin sosyal mücadeleler içinde bir anlam kazandığını gördükçe şimdiki dağınıklık ve inisiyatif yoksunluğunun giderilmesinin imkanlarıyla da buluşabilecekler. (NZ/HK)