Kim yaptı, kimler ne yapıyor?
Sanki bu ülkede başkaca bir şey olmuyormuş ve yokmuş gibi istesek de istemesek de S-400 hava savunma sistemleri yaşamımızın birinci sırasına sokuldu. Kim yaptı, neden yaptı?
Olan bitenlere, nedenlerine tanıklık ediyoruz.
Açıklama Millî Savunma Bakanlığı’ndan yapıldı. Türkiye’nin hava ve füze savunma ihtiyacının karşılanmasına yönelik “S-400 Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi” ihtiyacının karşılanması için 11 Nisan 2017 tarihinde imzalanmış olan tedarik sözleşmesi kapsamında 12 Temmuz 2019 tarihinde sistemin birinci grup malzemelerinin Mürted Hava Meydanı Ankara’ya “intikaline başlanmış…”
S-400 hava savunma sisteminin iki ay içinde çalışır hale getirileceğine dair haberler medyanın gözbebeği… Gazetelerin birinci sayfalarda kocaman puntolarla verilen bu haberde mutlaka ABD ve NATO ile olan krizden bahsediliyor.
Dış politika konusunda uzman profesörler, devlet yöneticileri, politikacılar, siyasilerin danışmanları ve hatta avukatlık meslek örgütlerinin başında bulunanlar S-400’lerin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu anlatıyorlar…
Düşmanlarımıza karşı “savunma” sistemleri hakkında televizyon programlarında en çok “uzman askerler” boy gösteriyor. Bir emekli general füzelerin nerelere konuşlanması gerektiğini ve neden ABD ile NATO’nun Türkiye’den vazgeçemeyeceğini bir günlük gazetede anlatmış.
Söylediğine göre; “Şu an hem Doğu Akdeniz hem de S-400 konusunda doğru ve sağlıklı taraftayız. Buradan kaybımız olmaz. Kayıplar olacaksa karşı taraftan daha çok kayıp olur” demiş.
Kazançlarımız ve kayıplarımızın ne olacağına dair haberlerinin okuyucuları insanlarız.
Kayıplar ve kazançlarımız adına yapılan açıklamalarda “doğru ve sağlıklı tarafta” olduğumuz söyleniyor. Gelecekte, olası kayıplar içinde bu topraklar üzerinde yaşamını sürdüren çocuklarımız, “insanlarımız” ve insanlar var.
Gelecekte ortaya çıkacak “ölü sayısına” göre, karşı taraftan daha çok kayıp olacak insan sayısına karşılık; bizim taraftan insanların sayısı daha az olacakmış. Kazancımız bu!
Olası bir savaş ve çatışma halinde düşmana karşı savunma için anlatılanlara tanıklık ediyoruz.
Barıştan söz eden yok. Medya barıştan söz etmiyor. Medyanın bu haline tanıklık ediyoruz.
Kimse bu hale şaşırmıyor bile…Ve bugüne tanıklığımıza karşılık; ileride “kayıplarımız” arasındaki istatistiklerde “ölenler” hanesinde adımız geçer mi veya çocuklarımızın adı yazılır mı, bilemiyoruz. Olası kayıplarımız, savaş veya çatışmalar hakkında haber çok, barış için yazılan bir şey yok. Barıştan yana bir haber, yazı ve yorumun olmadığı bir ortamda savunma için silahlanmayı kutsuyoruz.
Uluslararası sözleşmelerin girişlerinde neden barıştan söz edildiğini unutmuş gibi yaşamaya alıştık, alıştırıldık. En çok şaşırmamız gereken neden böyle bir alışkanlığı içselleştirdik ve alıştırılmış olmaya karşı hafızalarını yitirmiş, yaşanmış savaşları unutmuş insanlar gibi davranıyoruz?
Savaşta ölen insanların çokluğundan, bombaların patlamasından sonra yok edilmiş kentlerin üzerinde yükseldiği yeni kentlerin temellerinde insan küllerinin yakıcılığını hissetmeden rahat rahat evlerimizde oturmaya devam edeceksek, hiçbir sorunu dert etmeyelim…
Füze sevkiyatlarının sürecini dizi izler gibi televizyonlardan ve medyadan izleyelim.
Buna rağmen hatırlayalım…
“İnsan haklarının dikkate alınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden barbarca eylemleri yol açtığına ve korkudan ve yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ile ifade ve inanç özgürlüğünden yararlanacak olan insanların yer alacağı bir dünyanın kurulmasının insanlığın en yüksek amacı olarak ilan edilmiş” olan 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirisi bütün halklar ve bütün uluslar için, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olarak kabul edilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’ni dikkate alarak dünyada “adaletin ve barışın temelini” oluşturan ortak bir anlayışı sağlanmak amacıyla kabul edilmiştir.
BM tarafından “Bilimsel ve Teknolojik İlerlemenin Barış Yararına ve İnsanlığın Menfaati İçin Kullanılması Bildirisi” 10 Kasım 1975 tarihli Genel Kurulu tarafından kabul edilmiştir. Bütün devletler bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sonuçlarını barış ve güvenliği, özgürlük ve bağımsızlığı kuvvetlendirmek amacıyla kullanmalıdır.
BM Genel Kurulunun 07 Aralık 1965 tarihli Genel Kurulu’nda “gelecek için” kabul edilmiş Bildiri gençlere yöneliktir. Gençler güvenli bir geleceğe sahip olmayı istemelidirler. Bu güvencenin temeli barış, adalet ve özgürlüktür. Bu Bildirinin Birinci İlkesi “Bütün insanlar ve bütün uluslar eşit hakları, ekonomik ve sosyal ilerlemeyi, silahsızlanmayı ve uluslararası barış ve güvenliğin muhafaza edilmesini geliştirmek amacıyla, genç insanlar barış, adalet, özgürlük, karşılıklı saygı ve anlayış ruhuyla yetiştirileceklerdir” (Gemalmaz, Semih. İnsan Hakları Hukuku Belgeleri. 2010).
Medya insanlara barışın ve uluslararası anlayışın güçlendirilmesine, insan haklarının geliştirilmesine, ırkçılık, apartheid ve savaş kışkırtıcılığına karşı mücadeleye yapacağı katkıya ilişkin 22 Kasım 1978 tarihinde Unesco Genel Konferansında kabul edilen Bildiriye uygun davranmalıdır.
Barış, adalet ve özgürlük; gelecektir, Mutlaka her türlü tehdide karşı savunulmalıdır.
Gazeteciler olayların tanıklarıdır. Tarihin tanıkları olarak insanlara tanık oldukları olayları anlatırlar. Olayların arkasındaki tanıklıklarını yazmaya başladıklarında karşı çıkanlar çoğalır.
İnsanların tanık olduğu savaşların, acıların ve faşizmin “yok sayılması” için çaba gösterenler, tanıklıklarımıza dayanan gerçekleri yok saymak isteyenler ve küçümseyenler çok olur.
Onlara savaş ve barış üzerine herkesin bildiği bir hikâyeyi anımsatın. Bir Nazi subayı Guernica tablosunu göstererek “Bunu siz mi yaptınız” diye sorunca Picasso, “Hayır siz yaptınız” yanıtını vermiştir. (Fİ/EKN)