1999 yılında İnsan Kaynakları ile En İyi İlk Film dalında Fransa’nın Oscar’ı olarak bilinen Cesar ödülünü alan Fransız yönetmen Laurent Cantet, Paris’in etnik çeşitliliğe sahip bir bölgesindeki bir okulda Fransızca öğretmeni olan François Begaudeau’nun yarı-otobiyografik romanından uyarladığı Sınıf ile 2008 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü kazanmıştı. Mart ayında Başka Sinema kapsamında gösterilen Cantet’in altıncı uzun metrajlı filmi Havana’ya Dönüş’ün senaryosunu Kübalı yazar Leonardo Padura La Novela de mi vida (Hayatımın Öyküsü) adlı romanındaki bir sahneden esinlenerek yönetmen ile birlikte kaleme almış. Padura ve Cantet’in ilk işbirliği değil bu; ikili 2012’de senaryosu Padura tarafından yazılan, Cantet’in de aralarında bulunduğu farklı yönetmenler tarafından çekilen yedi kısa filmden oluşan Havana’da Yedi Gün’de de birlikte çalışmıştı.
Havana’ya Dönüş’te on altı yıldır İspanya’da sürgünde yaşamakta olan Amadeo’nun Küba’ya dönüşünü kutlamak amacıyla Aldo’nun derme çatma evinin Havana sahiline bakan terasında buluşan elli yaşlarındaki beş eski dostun – Amadeo, Tania, Rafa, Aldo ve Eddy’nin – sohbetlerine tanık oluyoruz. Film bütünüyle diyaloğa dayalı anlatımı, akşamüstünden şafağa yarım günlük bir zaman diliminde, hep aynı mekanda geçen hikayesiyle üç birlik kuralına uyan klasik bir tiyatro oyununu andırıyor. Filmin özgün adı “İthaka’ya Dönüş”, Homeros’un Odysseia destanının kahramanı Odisseas’ın onu yolundan alıkoymak isteyen doğaüstü düşmanlarla boğuşup çeşitli badireler atlattığı on yıl süren zorlu yolculuğun ardından karısı Penelop’un onu sabırla beklediği ada krallığı İthaka’ya dönüşüne gönderme yapıyor. İthaka, insanın dünyadaki sürgünlük halini ve kavuşmayı düşlediği ideal ülkeyi anlatmak için sıkça başvurulan, kültürel imgelemde yer etmiş bir metafor. Örneğin, “Hiç aklından çıkarma İthaka’yı/Oraya varmak senin başlıca yazgın/Ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın/Varsın yıllarca sürsün daha iyi/Sonunda kocamış biri olarak demir at adana”[1] der Yunan şair Konstantinos Kavafis ünlü “İthaka” şiirinde. Demir Özlü’nün İsveç’te siyasi sürgündeyken yazdığı, Kavafis’in şiirine atıflar içeren anı romanı da İthaka’ya Yolculuk adını taşır. Ancak Cantet’in İthaka metaforunun barındırdığı zengin çağrışımlardan yararlanarak filme derinlik katma girişiminin başarıya ulaşmadığını, on altı yıl sürgünde yaşadığı İspanya’dan Küba’ya dönen Amadeo ile Odisseas arasında paralellik kurma çabasının zorlama kaçtığını belirtmek gerek.
Kırık hayatlar dökümü
Hem Cantet hem de Padura Havana’ya Dönüş’ü 1955-60 yılları arasında doğan, Küba Devrimi’nin şekillendirdiği politik ve toplumsal iklimde büyüyen kuşağın düş kırıklıklarını, travmalarını yansıtan bir film olarak tanımlıyor. Cantet filmin gençliklerinde bir ütopyanın parçası olduklarını hisseden, bu ütopyaya aktif bir şekilde katkıda bulunmaya çalışan, sonra hayalleri tuzla buz olan bir kuşağın yaşadıklarına ışık tuttuğunu söylüyor bir söyleşisinde.[2] Fakat gerçek şu ki karakterlerin gençken hangi ideallere inandıklarına, hangi amaçlar için nasıl bir mücadele verdiklerine dair hiçbir ayrıntı yok filmde. Eski günleri anarken laf arasında sarf ettikleri “o mutlu saf günler geride kaldı”, “dünyayı kurtarmaya çalışırdık”, “tarih yazıyorduk”, “inandık mı tam inanırdık” gibi basmakalıp ifadelerden beş arkadaşın eski devrimciler oldukları sonucunu çıkarmamız bekleniyor. Havana’ya Dönüş bu “eski devrimcilerin” düş kırıklıklarıyla dolu hayatlarının bir dökümü adeta: Göz doktoru maaşıyla geçinemediği için hastalarının verdiği hediyelere muhtaç olan, ABD’ye göç eden oğullarını parasızlıktan ziyarete gidemeyen Tania; gençliğinde yetenekli bir ressamken şimdi kıytırık resimler yapıp üç beş dolara satarak zar zor geçinen eski alkolik Rafa; mühendis olduğu halde ellerinin yanması pahasına pil doldurarak geçimini sağlayan, başarısızlığı yüzünden karısı tarafından terk edilen Aldo; para kazanmak uğruna ideallerine ihanet ederek yasadışı işler çeviren, Tania’nın deyimiyle “dibine kadar çürümüş” muhasebeci Eddy; karısı Angela’yı bırakıp sürgüne gitmek zorunda kalan, Angela kanserden ölürken dahi Küba’ya dönmeye cesaret edemeyen, bir zamanlar gelecek vadeden bir yazarken sürgünde yazma isteğini yitiren Amadeo. Hepsi de kandırıldıklarını, hayatlarının ellerinden alındığını düşünüyorlar. Filmin sonunda Amadeo yıllardan beri arkadaşlarından sakladığı sırrını, aniden İspanya’ya kaçışının ve bunca yıl sonra geri dönüşünün altında yatan sebebi açıklıyor: 90’larda Amadeo yasalara aykırı olduğu halde New Yorklu bir tiyatro topluluğu için para karşılığı bir oyun yazmış. Sonrasında Kültür Bakanlığı’ndan gelen Gladys adında bir kadın bu suçunun görmezden gelinmesi karşılığında muhbirlik teklif etmiş Amadeo’ya. Arkadaşları, özellikle de çok konuştuğu için dikkatleri üzerine çeken Rafa hakkında bilgi taşımasını istemiş ondan. Rafa’ya ihanet etmek istemediği için kaçmaktan başka seçeneği kalmamış Amadeo’nun. Gladys içine öyle bir korku salmış ki karısı kanserden ölürken bile Küba’ya dönecek cesareti bulamamış Amadeo. Ta ki bir gün İspanya’da Gladys’e rastlayana dek. O gün Gladys’le yüzleşip artık ondan korkmadığını anlayınca Küba’ya temelli dönmeye karar vermiş. “Sırf bir şeye inandık diye içimize korku saldılar; bizi korkuttular” diye noktalıyor sözlerini Amadeo ağlamaklı bir tonda. Ancak sırf para karşılığı bir oyun yazdı diye Amadeo’nun bu derece korkuya kapılması fazlasıyla abartılı ve inandırıcılıktan yoksun görünüyor açıkçası, en azından film bunu inandırıcı kılmayı başaramıyor. Ayrıca Amadeo’nun Küba’yı bir korku imparatorluğu olarak resmeden sözleri beş arkadaşın “o mutlu saf günler” diyerek özlemle andıkları geçmişe yönelik diğer söylemleriyle de çelişiyor.
Havana’ya Dönüş’te Küba yoksulluğun, sefaletin, korku ikliminin hakim olduğu bir yokluklar ülkesi; Amerikan müziği dinlemenin, George Orwell, Mario Vargas Llosa ve Guillermo Infante gibi yazarların romanlarını okumanın ideolojik sapma sayıldığı baskıcı bir rejim olarak sunuluyor. Haliyle bir sonraki kuşağı temsil eden Aldo’nun oğlu Yoenis’in tek arzusu bir an evvel kapağı “fırsatlar ülkesi” ABD’ye atabilmek. Peki filmde çizilen bu karanlık Küba portresi ne derece ikna edici? Tamamen diyaloglara dayalı Havana’ya Dönüş’ün en büyük zayıflığı hiçbir şeyi göstermeyip olayları sadece anlatmakla yetinmesi. Ne karakterlerin hayatlarından sahneler ne de Küba’da yaşanan günlük hayattan manzaralar görüyoruz; bakış açımız sadece beş arkadaşın söyledikleri ile sınırlı. Anlattığı öykünün tarihsel, sosyo-politik arka planı hakkında hiçbir bilgi vermemesi filmin bir diğer zayıf yönü. Örneğin Amadeo ve arkadaşlarının zorla şeker kamışı tarlasında çalıştırıldıkları, açlık ve yoksulluk çektikleri günlerden bahsediliyor, ama yoksulluk ve açlığa 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Küba’yı sarsan krizin yol açtığı belirtilmiyor. Küba’nın en büyük ortağı ve destekçisi olan SSCB’nin çöküşüyle Küba ekonomisi çok ağır bir darbe almış, Küba’da tarım, hayvancılık, sanayi durma noktasına gelmişti. Küba’nın ekonomik darboğazdan çıkma çabaları ise başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Küba’ya uyguladığı ambargolar nedeniyle baltalanmıştı. Kim bilir belki Amadeo ve arkadaşlarının kuşağından başka birilerine kulak versek bambaşka öyküler işitebilir, yaşadıkları yoksunluklar ve düş kırıklıkları için Küba hükümeti yerine Küba’ya yıllarca ambargo uygulayanları suçladıklarını görebilirdik. Filmin bir yerinde Amadeo İspanya’da sürgündeyken yazmayı bırakmasını “Küba’dan ayrılan yazarlar hep Küba’yı kötülemeye başlıyor, ben öyle yapmak istemedim” diye açıklıyor. Gelgelelim, Havana’ya Dönüş tam da Amadeo’nun kaçındığı şeyi yapıyor.
Havana’ya Dönüş’ün gösterimde olduğu günlerde Türkiye kamuoyunda da Küba ile ilgili bir tartışma cereyan etmesi ilginç bir tesadüf. Fatih Altaylı 11 Mart’ta Habertürk’te yayımlanan “Küba Gerçeğini Anlatacağım”[3] başlıklı yazısında Küba’yı insanların yoksulluk içinde yaşadığı, patates dahi bulunmayan geri kalmış bir ülke olarak betimlemiş, binaların bakımsızlığından, otellerin konforsuzluğundan yakınmıştı. Bunun üzerine Berna Laçin Twitter’dan Altaylı’ya yanıt vererek daha önce kaleme almış olduğu Küba’ya övgüler yağdıran yazısını paylaşmıştı. Bu yazısında Laçin, Küba’yı eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğu, insanların ev kirasına, temel ihtiyaçlara para harcamadığı, geçim kaygısı taşımadığı bir ülke olarak betimliyordu.[4] Altaylı’ya bir yanıt da Zeynep Altıok Akatlı’dan gelmiş, Akatlı 15 Mart’ta BirGün’ün Pazar Ekinde yayımlanan yazısında yıllar süren ambargonun neden olduğu yokluklara rağmen tüm vatandaşlarına eşit olanaklar sağlayan Küba’nın “aç çocukların masalarda kalan artıklarına bile layık görülmediği bolca patates kızartmasına boğul[an]” ülkemizden birçok açıdan daha ileri olduğunu savunmuştu.[5] Zeynep Altıok Akatlı’nın “devrimi ve devrimcilerini anarken gözlerinin içi aşkla pırıldayan insanlar”la dolu Küba’sına bakınca, çizdiği karanlık Küba tablosuna bizi inandırmakta başarısız olan Havana’ya Dönüş’ün sadece Cantet’in algısını yansıttığı, başka bir yönetmenin gözünden bambaşka bir Küba tasvirinin mümkün olduğu söylenebilir. (CL/AS)
[1] Çev. Cevat Çapan
[2] Bkz. Return to Ithaca
[3] Bkz. Küba Gerçeğini Anlatacağım
[4] Bkz. Küba'yı Anlamak için...
[5] Bkz. Küba Gerçeği Patates ve Istakoz