Hitler’e gülünebilir mi? Ünlü yönetmen Werner Herzog’un oğlu Rudolph Herzog’un Hitler Almanya’sında yapılan siyasi şakaları incelediği kitabı bu soruyla başlar.[1] Hitler’in on iki yıl süren diktatörlüğü boyunca Nazi şakalarının Almanlar arasında gayet yaygın olduğunu söyleyen Herzog’a göre bu şakalar ne faşizme karşı bir direniştir ne de Nazi karşıtlığının ifadesi. Aksine halkta birikmiş gerilimi boşaltmaya yarayan bir tahliye vanası işlevi gördüğü için Nazi iktidarının çıkarına hizmet eder. Herzog, sistemi tehdit etmek yerine pekiştiren bu şakalara Nazilerin de – hiç değilse bir yere kadar – göz yumduğunu söyler. Anlaşılan o ki Hitler hakkında şakalar yapıp gülenler hep vardı, ama geniş kitlelerin ilk kez Hitler’e gülmesini sağlayan, Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör’ü (The Great Dictator, 1940) oldu. Chaplin’in canlandırdığı, kurmaca Tomania ülkesinin dünyaya hükmetme hırsıyla yanıp tutuşan gülünç diktatörü Adenoid Hynkel’in dünya şeklinde dev bir balonla dans ettiği sahne, sinema tarihinin unutulmazları arasına girdi.
Büyük Diktatör’ün ardından Ernst Lubitsch’in Olmak ya da Olmamak’ı (To Be or Not to Be, 1942),Mel Brooks’un Yapımcılar’ı (The Producers, 1967) Yahudi asıllı yönetmen Dani Levy’nin Führerim’i (Mein Führer, 2007) gibi Hitler’i tiye alan birçok film çekildi. Öyle ki artık Hitler komedisi diye bir alttürden bahsetmek mümkün. Bu türün son örneği, kendisini Polinezyalı bir Yahudi olarak tanımlayan Yeni Zelandalı yönetmen Taika Waititi’nin “nefret karşıtı bir hiciv” sloganıyla görücüye çıkan filmi Tavşan Jojo (Jojo Rabbit, 2019). Sahte belgesel Aylak Vampirler (What We Do in the Shadows, 2014) ve Yeni Zelanda kırsalında geçen büyüme hikayesi Vahşiler Firarda (Hunt for the Wilderpeople, 2016) gibi mizahla yoğrulmuş, nevi şahsına münhasır filmleriyle adını duyurduktan sonra Marvel yapımı Thor: Ragnarok’un (2017) yönetmen koltuğuna oturan Waititi, Hollywood’da aranan bir isim haline gelmiş durumda.
En İyi Film dahil altı dalda Oscar’a aday gösterilen, Toronto Film Festivali’nde Halkın Seçimi Ödülünü kazanan Tavşan Jojo, hem eleştirmenleri hem izleyicileri ikiye bölen, övgü topladığı kadar yergiye de mazhar olan filmlerden. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kısa bir süre kala Almanya’nın küçük bir kasabasında geçen filmin merkezinde, babası savaşa gittikten sonra annesiyle baş başa kalan on yaşındaki Johannes, nam-ı diğer Jojo var. Bu masum görünüşlü, sevimli mi sevimli çocuk, Nazi ideolojisiyle beyni yıkanmış, fanatik bir Hitler hayranı. Öyle ki Jojo’nun en yakın arkadaşı, kendi kafasında yarattığı hayali bir Hitler. Jojo’nun katıldığı Nazi gençlik kampında çocuklara Yahudilerin boynuzlara ve çatallı dillere sahip canavarlar olduğu ve balıklarla çiftleştiği öğretiliyor. Jojo, Nazi karşıtı direnişe gizlice destek veren annesinin evde bir Yahudi’yi sakladığını keşfedince büyük bir şok yaşıyor haliyle. Ama Anne Frank misali tavan arasında saklanan on altı yaşındaki Elsa’yı tanıdıkça Jojo’nun zamanla Yahudi düşmanlığından ve ırkçı önyargılarından arındığını görüyoruz.
“Sebepsiz” faşizm
Stilize estetiği, görsel atmosferi, renk kullanımı ve izci kıyafeti giymiş çocuklara yer vermesiyle Wes Anderson’ın Yükselen Ay Krallığı’nı (Moonrise Kingdom, 2012) anımsatan Tavşan Jojo, Avrupa tarihinin en karanlık dönemini konu almasına rağmen gamsız ve eğlenceli bir gençlik filmi havasında. Ancak başroldeki çocuk oyuncunun başarılı performansı ve bitmek tükenmek bilmez enerjisi dahi bayat “Heil Hitler” esprileriyle dolu filmi vasat bir kaba komediden öteye taşıyamıyor. Tavşan Jojo’nun uyarlandığı “Gökyüzü Hapsi” (Caging Skies) adlı romanın ise filmin aksine ciddi bir tonu var. Waititi, büyükbabası Nazi konsantrasyon kampından sağ kurtulan Christine Leunens’in romanının sonunu değiştirmekle kalmamış, Jojo’nun hayali arkadaşı Adolf Hitler figürünü de hikayeye kendisi eklemiş. Kâh Jojo’ya akıl hocalığı yapan, kâh morali bozulduğunda onu teselli eden bu hayali Hitler’i bizzat Waititi’nin kendisi canlandırıyor. Waititi, gülünç, çatlak, Yahudi düşmanı, ama son tahlilde zararsız, hatta sempatik bir Hitler tiplemesine hayat veriyor. Ne de olsa o, on yaşındaki bir çocuğun zihninde yarattığı Hitler tahayyülü. Gelgelelim filmin evrenindeki “gerçek” Naziler de aynı derecede gülünç, sakar ve zararsız olarak resmediliyor. Peki, tarihin en kanlı diktatörünü komedi malzemesine dönüştürmek, etkili bir eleştiri yöntemi mi sahiden?
Theodor Adorno, “Angajman” adlı makalesinde Chaplin’in Büyük Diktatör’ünü faşizmi hafife almakla, faşizmin hakiki vahşetini gizlemekle eleştirir.[2] Hitler’i ve Nazileri gülünç figürlere indirgemenin onların korkunç yüzlerini maskelediğini söyler. Aslına bakılırsa Chaplin’in kendisi de sonradan otobiyografisinde buna benzer bir itirafta bulunur: “Eğer toplama kamplarında yaşanan vahşetten haberim olsaydı Büyük Diktatör’ü çekemezdim; gözü dönmüş, katliamcı Nazileri alaya alamazdım.”[3] Büyük Diktatör gibi Tavşan Jojo da faşizmi gerçek bir tehlike olmaktan uzak bir tür ahmaklık gibi sunarak bizi faşizm tehdidine körleştiriyor olamaz mı?
Adorno’nun Büyük Diktatör tarzı komedilere yönelttiği bir diğer eleştiri de faşizmi “servet ve güç sahipleri tarafından tezgahlanan bir komplo” olmaktan çıkartıp adetakaza gibi rastlantısal bir şey olarak göstermesi. Oysa nasıl ki günümüzde sağ popülist iktidarların ve ırkçı söylemlerin dünya çapında yükselişi, neoliberalizmin kriziyle doğrudan ilintiliyse Nazizmin yükselişi de 1930’lar Almanya’sındaki sosyo-ekonomik koşulların bir sonucuydu. Gelgelelim Büyük Diktatör ve Tavşan Jojo gibi Hitler komedilerinde Nazizm, sanki soytarı kılıklı, badem bıyıklı bir meczubun zırdeliliğinden kaynaklanan istisnai bir durummuş gibi sunuluyor. Böylece Nazizmin Almanya’da devrim tehlikesini bertaraf etmek için egemen sınıflar tarafından tezgahlanan bir karşı devrim saldırısı olduğu gerçeğinin üstü kapatılıyor. ABD’nin hem sosyalizmin Avrupa’da yayılmasını önlemek hem deSovyetler Birliği’ni köşeye sıkıştırmak için Hitler’e alttan alta destek vermesi gibi zaten pek dillendirilmeyen gerçekler daha da karanlığa gömülüyor böylece. Max Horkheimer, “kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında sussunlar” der. Faşizmin yükselişine zemin hazırlayan koşulları perdeleyen bir Hitler komedisinin faşizme etkili bir eleştiri yöneltmesi beklenebilir mi sahiden? Ama bu demek değil ki mizah ve hiciv ciddi siyasi amaçlar için kullanılamaz. Zira kara mizahın yeri geldiğinde çok etkili bir siyasi eleştiri aracına dönüştüğü örnekler de var – Stanley Kubrick’in Soğuk Savaş sırasındaki nükleer holokost tehlikesini tiye alan filmi Dr. Garipaşk (Dr. Strangelove, 1964) ve Amerikalı yazar Joseph Heller’ın savaşın irrasyonelliğini hicveden romanı “Madde 22” (Catch-22) gibi.[4] Bu siyasi hicivleri başarılı kılan, hicvettikleri meseleleri somut gerçeklikten koparmadan, toplumsal boyutlarıyla ele almaları. Oysa Tavşan Jojo, tam tersine somut gerçeklerden kaçarak faşizmi sevgi ve nefret gibi soyut kavramlarla açıklıyor. Zira Jojo, kendisine aşılanan Yahudi düşmanlığını, Elsa’ya duyduğu sevgi sayesinde yeniyor. Faşizmin, ırkçılığın ve nefretin ilacı sevgidir mesajını veriyor film böylece.
İyi Almanlar
Jojo, film boyunca köklü bir dönüşüm geçirmiyor aslında. Ta en başından, yani Yahudi karşıtı propagandanın etkisindeyken bile, bir tavşanı incitemeyecek kadar yufka yürekli ve iyi niyetli bir çocuk o. Jojo’dan sadece bir yaş büyük olduğu halde eline silah alıp savaşa katılan en yakın arkadaşı Yorki de öyle. Aslına bakılırsa o gülünç ve budala Nazilerin de bir kötülüğünü görmüyoruz filmde. Hatta diyebiliriz ki filmdeki yegane “kötü adamlar” Jojo’nun eline bir tavşan tutuşturup onu öldürmesini emreden iki genç Nazi. Onlar da Nazilerden çok Amerikan gençlik filmlerinde okuldaki küçük çocuklara kabadayılık taslayan zorba öğrencilere benziyorlar. Tanık olduğumuz en “kötü” eylemleri de o zavallı tavşanı öldürmek. Meydanda kurulmuş darağaçlarından sallanan cesetleri görmezlikten gelen, başı önde yürüyerek geçip giden, işinde gücünde kasabalılarsa doğru dürüst kadraja girmiyor bile. Nazizmin tabanını oluşturan sıradan Almanlar, arka plandaki silik figürlere indirgeniyor böylece. Ön plandaki tek sivil yetişkin, Jojo’nun annesi Rosie. Nazi karşıtı direnişe destek veren Rosie’nin “iyi” bir insan olduğu özellikle vurgulanıyor filmde. İşin tuhafı bunu dile getiren kişi, Albay Klenzendorf adlı bir Nazi. Başlarda diğer Naziler gibi gülünç bir figür olarak resmedilen Klenzendorf, filmin sonuna doğru Jojo’yu korumak için kendini feda ederek özünde “iyi” bir insan olduğunu kanıtlıyor. “İyi Naziler de var” mesajı veren filmde toplama kamplarının, Yahudi soykırımının esamisi bile okunmuyor. Tavşan Jojo’nun Nazilerin işledikleri insanlık suçlarını, Holokost vahşetini yansıtmak gibi bir derdi zaten yok. Bilakis filmde ölümüne tanık olduğumuz karakterlerin hepsi Alman, hiçbiri Yahudi değil. Üstelik bu ölümleri de yakından göstermekten mümkün olduğunca kaçınıyor film. Darağacından sarkan ölü bedenler uzak planlarla veriliyor, sadece ayaklarını yakın planda görüyoruz. Filmin bu kadar tozpembe, Nazilerin vahşetinden bu kadar arınmış bir dünya çizmesini, olayların masum bir çocuğun bakış açısından anlatılmasıyla da açıklayamayız. Zira bazı eserlerde, sözgelimi Günter Grass’ın aynı adlı romanından uyarlanan Teneke Trampet (Die Blechtrommel, 1979) filminde, ana karakterin çocuk olması, filmin eleştirel yönünü zayıflatmaz, bilakis yetişkin dünyasının çürümüşlüğünü daha da vurgulamaya yarar. Jojo gibi on yaşında Hitler Gençliği’ne katılmış (ki bu o zamanlar kanuni bir zorunluluktu) ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Hitler’in yenilgisine dek Nazi ideolojisini benimsemiş bir Alman olan Grass, Nazi Almanya’sının irrasyonelliği karşısında büyümeyi reddeden bir çocuğun hikayesini anlatan “Teneke Trampet”te hem kendisinin hem de ülkesinin Nazi geçmişiyle hesaplaşır. Elbette komedi türündeki Tavşan Jojo, Teneke Trampet gibi ciddi bir eleştirel tutuma sahip olacak değil, ama Hitler’i kendisine malzeme yapan bir filmden faşizm hakkında söyleyecek dikkate değer bir sözü olmasını beklemeye de hakkımız var. Alt tarafı bir komedi filmi deyip geçemeyiz.
Bir pop yıldızı olarak Hitler
Vakti zamanında bazı söyleşilerinde Hitler hakkında övgü dolu sözler sarf eden David Bowie’nin “Hitler ilk pop yıldızıydı,” dediği bilinir.[5] Amerikalı yazar Don DeLillo da 1980’ler Amerika’sını hicvettiği “Beyaz Gürültü” (White Noise) romanında Hitler’le “Rock’n Roll’un Kralı” lakaplı Elvis Presley arasında paralellik kurar. Romanın Hitler uzmanı bir profesör olan başkarakteri, Hitler’in mitinglerini şöyle tarif eder; “Kalabalıklar onu dinlemek için akın ediyordu, erotizm yüklü kalabalıklar… Onun sesiyle hipnotize olmak için geliyorlardı… Ne kadar tanıdık bir manzara bu değil mi, ne kadar sıradan.”[6] Ünlü şarkıcıların konserlerinde kendinden geçip çığlıklar atan fanatik hayranlarla belagatli bir faşist liderin çekimine kapılan coşkulu kalabalıklar arasında dikkat çekici bir benzerlik yok mu sahiden? Tavşan Jojo’nun açılış jeneriği, işte tam da böyle bir benzerliğe işaret ediyor: Fonda Beatles’ın “I Want to Hold Your Hand” şarkısının Almanca versiyonu çalarken Hitler’in 1934’te Nürnberg’de yaptığı gösterişli mitingi belgeleyen İradenin Zaferi (Triumph des Willens, 1935) adlı Nazi propaganda filminden klipler izliyoruz: Hitler’i selamlayan coşkulu kalabalıklar, onu yakından görmek, ona dokunabilmek için adeta birbiriyle yarışan kadınlar, erkekler, çocuklar… Waititi, Nazi belgesellerindeki bu ateşli Hitler taraftarlarının ona Beatles hayranlarını anımsattığını söylüyor ve ekliyor: “Hitler, 1930’lar Almanya’sının Beatles’ıydı.”[7] Günümüzdeyse Hitler’in tarihsel bağlamından kopartılıp metalaştırıldığına tanık oluyoruz. Hitler içi boş bir imgeye, adeta bir pop ikonuna dönüşmüş durumda. Hitler filmleri, Hitler romanları, Hitler biyografileri ve Nazi dönemini simgeleyen bilumum tüketim nesnesinden oluşan devasa bir Hitler endüstrisinden bahsetmek mümkün. Hitler’in işlediği insanlık suçlarının ve Nazilerin vahşetinin üzerini örten Tavşan Jojo da son tahlilde Hitler’i metalaştırmaktan, başka bir deyişle Hitler endüstrisinin bir parçası olmaktan kurtulamıyor.
Nihayetinde tam da eğlenceli bir gençlik filminin havasına yaraşır şekilde, iç açıcı, iyimser bir tonla noktalanıyor Tavşan Jojo. Bitiş jeneriğinin hemen öncesinde ekranda beliren Alman şair Rilke’nin dizeleri de bu hissiyatı pekiştiriyor: “Bırak başına ne gelirse gelsin/Güzellik ya da dehşet/Sen yoluna devam et/Hiçbir duygu kalıcı değildir.” Geçmişin acılarına takılıp kalmadan yola devam etmeyi salık veren bu dizelerin, bir Hitler komedisinin sonunda karşımıza çıkmasında rahatsız edici bir yan var. Elsa için hayat devam ediyor olabilir, ama Nazizmin milyonlarca kurbanı için gidilecek bir yol kalmamıştı. Geçmişin hayaletlerinin musallat olmadığı bir şimdiden bahsedilemeyeceğini söyleyen Jacques Derrida’nın dediği gibi biz de geçmişteki katliamların kurbanlarına karşı sorumluyuz. Hatta Waititi de bir söyleşisinde Nazi dönemini hafızalarda taze tutmanın öneminden bahsederek Tavşan Jojo’yu bu amaçla çektiğini söylüyor. Gelgelelim Hitler’in insanlığa karşı işlediği suçlardan arındırılıp toplumsal imgelemde mizah malzemesi yapılacak gülünç bir figür gibi yer etmesi de en az unutulması kadar arzu edilmeyecek bir şey olsa gerek. (CL/AS)
NOTLAR
[1] Rudolph Herzog, Dead Funny: Humor in Hitler’s Germany, (Brooklyn, NY: Melville House Publishing, 2011). Ayrıca Rudolph Herzog’un Laughing with Hitler: Humor in Hitler’s Germany (2007) adlı bir belgeseli de var.
[2] Theodor Adorno, “Angajman”, Estetik ve Politika, (İstanbul: İletişim, 2016).
[3] Bkz. https://www.mhpbooks.com/you-the-people-have-the-power-to-make-this-life-free-and-beautiful/.
[4] “Madde 22”nin Mike Nichols tarafından yönetilen, 1970 tarihli aynı adlı film uyarlaması ise romanın yanında sönük kalıyor.
[6] Don DeLillo, White Noise, (New York: Picador, 1985), 73.