*Sonbahar filminden bir sahne.
Özcan Alper'in, sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilen bir siyasi tutsağın hayatının son birkaç ayını konu alan ilk uzun metrajı Sonbahar (2008), 22 Aralık 2000 tarihli bir arşiv görüntüsüyle açılır:
Cezaevinin avlusuna bakan demir tellerle kaplı bir pencerenin ardından gözüken binadan devrimci sloganlar yükselmektedir.
Buna karşılık megafonda bir sesin, "tamamen insani amaçlarla planlanan bu müdahalede hiçbirinize zarar gelmesini istemiyoruz; bize direnmeyin," dediği işitilir. Filmin politik arka planını ortaya seren bu açılışın ardından ekran kararır.
İki gardiyan eşliğinde cezaevi koridorlarında sırtında ağır bir yük taşıyormuşçasına yavaş adımlarla ilerleyen Yusuf'u görürüz sonra. Adına "Hayata Dönüş" denilen operasyona maruz kalmış ölüm orucu direnişçilerinden biridir Yusuf.
Yirmili yaşlarının başında girdiği cezaevinden on yıl sonra, akciğerleri iflas ettiği için tahliye edilen Yusuf, bir nevi ölmeye yatmak için Karadeniz'in küçük bir dağ köyünde yıllardır yolunu gözleyen yaşlı annesinin yanına döner.
Yanıtsız sorular
Niçin on yıl hapis yatmıştır Yusuf? Hapse düşmeden önce ne gibi devrimci faaliyetlerde bulunmuştur? Bu soruların yanıtı yoktur filmde.
Bu yüzden de Yusuf'un devrimciliği somut bir zemine oturmadan sadece bir soyutlamadan ibaret kalır. 90'lı yılların devrimcilerini temsil eden bir figür gibi sunulur Yusuf: ölümü bekleyen, mağlup ama seçtiği yoldan pişmanlık duymayan devrimci figürü – yönetmenin tabiriyle "her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocukları"ndan biri.
Suskundur Yusuf, film boyunca çok az konuşur. İç dünyasında kopan fırtınalara Karadeniz'in gitgide hırçınlaşan dalgaları tercüman olur. Kim bilir belki de bugüne dair, geleceğe dair söyleyecek bir sözü olmadığındandır suskunluğu.
Zira şimdiki zamandan ziyade geçmişte yaşar Yusuf; cezaevi günlerinden kalma kötü anılar bir türlü yakasını bırakmaz. Devran dönmüş, devir değişmiştir; Yusuf'lara yer yoktur artık. Yusuf gibi eski devrimcilere düşen, dünyadan elini eteğini çekip kendi içine kapanmaktan, geçmiş yenilgilerin yasını tutmaktan, sessizce ölümü beklemekten ibaret melankolik bir varoluştur.
Yönetmenin arka planda kadraja yerleştirdiği sisli puslu doğa manzaraları ve hırçın, kurşuni deniz, filme damga vuran melankoli hissini daha da arttırır.
Mevsimlerden sonbahardır, Yusuf'un ömrünün "son baharı." Yusuf'la birlikte savunduğu ideallerin de tükendiği, miadını doldurduğu, ölmeye mahkum olduğu hissini verir film.
Geleceğe ya da bugüne bakmak yerine Yusuf gibi yüzünü geçmişe dönmüştür Sonbahar da; mücadelenin hâlâ sürdüğüne dair pek bir işarete rastlamayız filmde.
Yusuf'un eski dava arkadaşlarından Cihan, "ne yapalım hayatta bizim payımıza da bu düştü... ama yine yaşanması gerekiyorsa yine yaşarız," der. Ne var ki Yusuf'la Cihan'ın karanlık yavaş yavaş çökerken kumsalda oturup batan güneşe bakarak evlenip çoluk çocuğa karışmış eski arkadaşlarından bahsettikleri sahne, geleceğe yönelik umut aşılamaktan çok devrimci umutların tükenişinden kaynaklanan umutsuzluğu pekiştirmeye yarar.
Bir son duygusu
Sonbahar'a hakim olan bu son duygusu, çağımızın baskın hissiyatıdır aslında: tarihin sonu, ideolojilerin sonu, ütopyaların sonu...
Kapitalizm savunucularının Berlin Duvarı'nın yıkılışından beri tekrarlayıp durduğu, hâlâ kulaklarımızda çınlayan nakaratlardır bunlar.
İtalyan tarihçi Enzo Traverso, "Solun Melankolisi" kitabında Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra sosyalist imgelemde meydana gelen bir kırılmadan söz eder.
Sosyalizmin yenilgisi, ütopyacı düşünceyi felce uğratırken geçmişe yönelik ilgiyi de körüklemiştir aynı zamanda.
Öyle ki dünyayı değiştirmeye yönelik mücadeleler, yerini solun yenilgilerinin yasını tutmaya ve geçmişin kurbanlarını anmaya bırakmıştır artık.
"Belleğin yükselişiyle Marksizm'in düşüşü arasındaki bu eşzamanlılık hayli sembolik"tir Traverso'ya göre: "Günümüzü şekillendiren geçmiş saplantısı bu ütopya tutulmasından ileri geliyor: ütopyasız bir dünya, eli mahkum yüzünü geriye döner çünkü."
Geleceğe bakmak yerine geçmişi melankolik bir tonda yâd eden Sonbahar, Türkiye sinemasında sol melankoliyi en iyi yansıtan film olarak görülebilir.
Eleştirmenlerin "90 kuşağına yakılmış bir ağıt" olarak nitelendirdiği Sonbahar'da resmedilen 90'ların sol kültürü, yenilgilerden, yitip gitmiş hayallerden ve düş kırıklıklarından ibarettir.
Sadece Yusuf değil, Yusuf'un yolunun kesiştiği genç Gürcü kadın Eka da sosyalizmin yenilgisinin canlı kanıtıdır filmde. Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından hayatları paramparça olan insanların dramı, fuhuş yaparak kazandığı parayla Gürcistan'daki kızına bakan bu genç kadında vücut bulur.
Yusuf'un sosyalizm uğruna hayatının en güzel yıllarını cezaevinde geçirmesine bir türlü akıl erdiremeyen Eka'nın payına da düş kırıklığı ve mağlubiyetten başka bir şey düşmemiştir hayatta. "Eskiden bari doğru ya da yanlış bir sosyalizm ümidi vardı. Şimdi onu da yıktılar.
Kadınlar şimdi gelip fahişelik yapıyor." Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte sosyalizm hayalinin de iflas ettiğini vurgulayan bu sözler, Yusuf'un çocukluk arkadaşı Mikail'e aittir.
Siyasaldan duygusala kayış
Enzo Traverso'ya göre solun melankolisini yansıtan eserler, mücadelenin kendisiyle ya da neden başarısız olduğuyla ilgilenmez; "bu başarısızlıkların uyandırdığı duygulara" odaklanır sadece – tıpkı Theo Angelopoulos'un antik Yunan mitolojisinden izler taşıyan şiirsel bir anlatıma sahip filmi Ulis'in Bakışı'nda (To vlemma tou Odyssea, 1995) olduğu gibi.
Ulis'in Bakışı, Yunan asıllı Amerikalı bir yönetmenin Manakis Kardeşler tarafından çekilmiş kayıp üç bobin filmi aramak amacıyla Balkanlarda çıktığı yolculuğu konu alır.
Yunanistan'da başlayan yolculuk, Yugoslavya'nın parçalanma sürecinde iç savaşlarla harabeye dönen Balkanları boydan boya kat ederek Saraybosna'da sona erer.
Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte ütopyalara inancın tükenişinden kaynaklanan bir matem havası hakimdir filmde.
"Filmin ünlü kaydırmalı çekiminde kırık bir Lenin heykeli bir teknenin üzerinde Tuna Nehri'nden geçer; Lenin'in bakışları ve işaret parmağı göğe dönüktür.
Birden insanlar görünür, heykelin geçişini izlemek için kıyıya dizilirler... pek çoğu diz çöküp haç çıkarır.
Bu tuhaf Lenin cenazesine, kırık ve düşmüş bir heykelin tarih sahnesinden çekilmesine hüzünlü bir melodi eşlik eder." Bir nevi cenaze törenini andıran bu sahne, Lenin'in, başka bir deyişle sosyalizmin, Balkanlara hüzünlü vedasını simgeler.
Ulis'in Bakışı'nda rastladığımız, sol melankolinin kaynağı olan bu "siyasaldan duygusala kayışı" Sonbahar'da da görürüz. Film, doğrudan 19 Aralık'ta yaşananlara ya da devrimci mücadeleye dair söz söylemek yerine solun yenilgisinden, devrimci umutların tükenişinden kaynaklanan melankoliyi yansıtmakla yetinir.
Filmin, derdini ajitasyona kaçmadan anlattığı övgüsüne mazhar olmasını sağlayan da bu tutumudur aslında. Sonbahar'ın finalinde annesi, Yusuf'tan tavan arasından çıkarıp uzun uğraşlar sonucu tamir ettiği tulumu çalmasını ister. Yusuf, iflas etmiş ciğerlerindeki son havayla hüzünlü bir ezgi çalarken yaşlı kadın pencereden dışarıya, karlı dağlara doğru bakar.
Kamera yavaş yavaş pencereye yaklaşıp dışarıya odaklanınca uzak çekimde karlar içinde yürüyen cenaze alayını görürüz. Kızıl bayrakla örtülü tabut, Yusuf'un tabutudur besbelli. Böylece Sonbahar, fonda iç burkucu bir ağıdın yankılandığı dokunaklı bir cenaze sahnesiyle noktalanır.
Sol melankoliye direnmeli mi?
Solun yenilgilerine odaklanan, adeta bir matem havasının estiği, yüzü geçmişe dönük bu tür filmlerin, karamsarlığı ve umutsuzluğu besleyen bir tarafı yok mudur peki? Aslına bakılırsa sol melankoli kavramını ilk kez ortaya atan Walter Benjamin, bu kavramı daima olumsuz bir anlamda kullanarak atalet, pasiflik ve teslimiyetle ilişkilendirir.
Benjamin, 1931'de, yani Nazizmin yükselişinin hemen arifesinde, Weimar döneminin sonuna doğru kaleme aldığı "Solun Melankolisi" adlı eleştiri yazısında, dönemin tanınmış sol kanat yazarlarından Erich Kastner'i hedef tahtasına oturtarak onu "devrimci fikirleri,... tüketilmek için pazara sunulan eğlence nesnelerine" dönüştürerek metalaştırmakla suçlar.
Benjamin'in bu eleştirisi, sadece Kastner'le sınırlı kalmayıp tüm Weimar dönemi sol entelijansiyasını kapsar. Sol melankoliyle yoğrulmuş, estetik zevk vermeyi amaçlayan sanat eserlerinin her türlü eleştirel potansiyelden yoksun olduğunu, dolayısıyla burjuva sınıfının çıkarına hizmet ettiğini söyler Benjamin.
Son tahlilde sol melankoli, pasifizmi teşvik eden bir karamsarlıktan öteye gitmez Benjamin'e göre; insanları umutsuzluğa ve yılgınlığa sürükleyerek politik eylemden soğutur.
Benjamin gibi sol melankoliyi pasifizmin yansıması olarak gören ABD'li siyaset bilimci Wendy Brown, 1999'da yayınlanan "Sol Melankoliye Direnmek" başlıklı makalesinde şöyle der: "Asıl rahatsız edici olan, solun verimlilik potansiyelleri yerine kendi imkansızlığına bağımlı hale gelmesi. Umuda odaklanmak yerine kendi marjinalliğine ve mağlubiyetine odaklanıp geçmişine melankolik bir bağ geliştirmesi."
Gelgelelim Walter Benjamin'in ve Wendy Brown'ın aksine Enzo Traverso, sol melankolinin bir direniş potansiyeli ve kurtuluş vaadi içerdiğini iddia eder:
"Sol melankoli," der Traverso, "geçmişin trajedilerini ve kaybedilmiş muharebelerini bir sorumluluk ve borç gibi görür; ki bunlar bir kurtuluş vaadidir aynı zamanda... Sosyalizm fikrini... bir kenara bırakmak değil, sosyalizm anısının yitirildiği, gizlendiği, hafızalardan silindiği ve kurtarılması gerektiği bir zamanda sosyalizmi yeniden düşünmektir... Kaybın dönüştürücü etkisine gebe, bereketli bir melankolidir bu."
Özcan Alper'in Sonbahar hakkında söyledikleri de bu görüşü destekler niteliktedir: "Yenilgiyi anlatmak umutsuzluk değildir; önemli olan nerede durduğunuz, o yenilgiye nereden baktığınız"dır.
"Melankoli, hüzünden doğan hazdır," der Victor Hugo. Hem görsel estetiği hem de hüzünlü müzikleriyle son derece etkileyici bir film olan Sonbahar da izleyiciye sol melankoliden devşirilmiş estetik bir haz sunar.
Filmin eleştirmenler tarafından övgüye boğulması, ulusal ve uluslararası festivallerde birçok ödül kazanması, bunda ne kadar başarılı olduğunun kanıtı.
Üstelik Sonbahar, izleyicilerin, Yusuf'un nezdinde idealleri uğruna bedeller ödeyen devrimcilerle empati kurmasını, onların acısını yüreklerinde duymasını sağlar.
Solun yenilgilerine ağıt yakmakta, geçmişe bakıp içlenmekte bir sorun yok elbet, ama geçmişe bakarken bugün olup bitenlere gözümüzü kapatmadığımız müddetçe. Yusuf'lar günümüzde de yaşıyor, mücadele ediyor, ölüm oruçlarında can veriyor. Bize seslerini duyurabilmeleri için illa ki melankolik bir filme konu olmaları mı gerekiyor?
(CL/PT)
Kaynaklar:
- Enzo Traverso, Solun Melankolisi: Marksizm, Tarih ve Bellek, (İstanbul: İletişim, 2018), 95, 32.
- Traverso, Solun Melankolisi, 121-122.
- Walter Benjamin melankolinin kendisine değil, her türlü eleştirel potansiyelden yoksun olarak gördüğü sol melankoliye karşıdır.
- Walter Benjamin, "Left-Wing Melancholy", The Weimar Republic Sourcebook, ed. Anton Kaes, Martin Jay ve Edward Dimendberg, (Berkeley, Los Angeles ve Londra: University of California Press, 1995), 305.
- Benjamin'in sol melankoli konusundaki düşünceleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Max Pensky, Melancholy Dialectics, (University of Massachusetts Press, 1993), 6-14.
- Wendy Brown, "Resisting Left Melancholy", 1999, https://muse.jhu.edu/article/3271.
- Traverso, Solun Melankolisi, 18, 46-47.
- Gönül İlhan, "Acı Bir Hikayeyle Geldi 'Sonbahar'", Biamag, 10 Ocak 2009,