*Fotoğraf: Sosyal medya
Haklısınız, yargı kararlarına göre serbest kalmalısınız. Hakkınızdaki dava aslında dava bile değil, kanıt yok. Hakkınızdaki mahkûmiyet bütün sonuçlarıyla ortadan kalkmalı. Gezi Davası diye bir dava olmamalı ve tutuklu bulunan herkes serbest bırakılmalı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı böyle diyor, hukuk varsa gerçek böyle.
Türkiye bu kararı dinlemiyor bile! Yok sayıyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi, 11.07.2022 tarihli kararı ile Türkiye’nin Osman Kavala ile ilgili 10.12.2019 tarihli AİHM kararını uygulamadığına ve bu nedenle 46. maddenin ihlal edildiği sonucuna vardı.
Türkiye AİHS’ne sözleşmeci taraf devlet olarak AİHM’sinin verdiği kesinleşmiş kararlara uymayı taahhüt etmiştir. Ama Sözleşmenin 46'ncı maddesine göre Osman Kavala kararında bu taahhüdüne uymadı ve kararın gereğini yerine getirmedi.
AİHS’ne göre herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir. Yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz (Madde 5/1). AİHM 2019 yılında aldığı kararla; Osman Kavala’nın tutuklanmasının, suç işlendiğine dair kuşku doğuracak verilere dayanmadığından Sözleşme’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiği kanaatini karara bağladı. Ayrıca Osman Kavala hakkındaki tutuklamanın Türkiye’deki insan hakları savunucularını susturmak gibi bir siyasal amacı olduğu saptandığından 18. maddesinin ihlal edildiğine karar verdi. Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılmasını talep etmiş ve karara bağlamıştı. Beş yıla yakın cezaevinde tutsak tutulan Osman Kavala bırakılmadı ve hala cezaevinde, üç yıldır uygulanmayan AİHM kararı adaletsizliğin tam ortasında…
Kararı uygulanmasından sorumlu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Kavala’nın serbest bırakılmasını ve AİHM kararının uygulanmasını öngören birçok karar aldı. Ancak bu kararlara rağmen Kavala tahliye edilmemiştir. AİHM kararının uygulanmaması üzerine Bakanlar Komitesi, “ihlal prosedürünü” başlatmış ve kararı AİHM’e göndermiştir.
Bu arada yargılama İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam etmiştir. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 25 Nisan 2022’de Osman Kavala’yı ve gezi davası sanıklarını TCK md. 312’den mahkûm etti. Hükümle birlikte tutukladı. Tuhaftır; tahliye edilmesi gerektiğine dair AİHM tarafından verilen karara rağmen yeniden aynı suçtan ve varsayımsal delillere göre yeniden tutuklama kararı verilmiş oldu.
Gezi olayları nedeniyle Osman Kavala ve diğer sanıkları cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmeye kalkmak suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm etti. Yeni hiçbir kanıt olmadığı halde, eskiden beraat kararı verilmesine neden olan aynı kanıtlarla bu defa ve hatta AİHM’in 2019 yılında verdiği kararla Kavala’nın suç işlediğine dair makul bir kuşku bile oluşturmadığı sonucuna vardığı soyut olgularla, müebbet hapis cezası verildi.
AİHM’in 11 Temmuz 2022 tarihinde açıklanan kararı kesindir. Şimdi yapılması gereken, AİHM kararlarının uygulanarak Osman Kavala’nın serbest bırakılması ve eski halin iadesidir. Eski halin iadesinden anlaşılması gereken, atılı suçların kayıttan silinmesidir, buna ilişkin mahkeme kararlarının bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasıdır (Türkiye Barolar Birliği Açıklamasından).
Osman Kavala’nın 11 Temmuz 2022 AİHM kararının uygulanması için yerel mahkemeye başvuru yapıldı. Yargıçların karar vermesi ve AİHM kararını uygulaması beklenirken yargıçlar aksine bir kararla İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Osman Kavala için yapılan tahliye başvurusunu 13 Temmuz 2022 tarihli Ek kararı ile reddetmiştir.
Bu red kararı AİHMi kararını uygulamıyorum demektir.
Bu red kararı hukuka ve insan haklarına aykırıdır. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan bir yükümlülüğünü Türkiye’nin açıkça yerine getirmemesi demektir. Sözleşmenin ihlalidir.
Böylece Türkiye hukuk devleti olmaktan vazgeçmiştir. Türkiye, AİHM’nin son kararını uygulamamakla Sözleşmenin 18. Maddesinin ihlali hakkındaki kararını haklı çıkarmaya devam etmektedir; hak ve özgürlükleri Sözleşmenin izin verdiği kısıtlamaları öngörülen amaç dışında uygulayan devlettir. AİHM’si kararlarını uygulamamakta ısrar eden Sözleşmeci bir devlet konumuna düşürülmüştür.
Bu tutum ve davranışın izahı yok, temel insan hak ve özgürlüklerinin üzerine kilit vurmak demektir, adalet anlayışını terk etmek ve insan haklarına olan saygıyı yitirmektir. Çok abartılı bulabilirsiniz ve bir AİHM kararı üzerine ağır sözleri Türkiye’nin hak etmediği fikrinde bile olabilirsiniz. Yanılırsınız, bir kişi bile olsa haksızlığa uğruyorsa herkes adaletsizliğe uğramış demektir.
Bu karar ardından Bakanlar Komitesi’nin Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihracına kadar uzanan yaptırımlar uygulaması ile karşı karşıya kalabilecektir. AİHM kararının derhal uygulanması gerekirken hukukun üstünlüğü ilkesinin, Anayasa’nın 90/5 maddesinin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre Türkiye taraf olduğu davalarda Mahkemenin verdiği kesinleşmiş kararlara uymaya taahhüt ettiği halde (Madde 46/1) taahhüdünü yerine getirmeyen bir ülke konumuna düşürülmüştür.
Adaleti işlevsiz ve güçsüz bırakmaya, hukuku öldürmeye kimsenin hakkı yoktur, olmamalıdır. Adalet ve hukuk insan haklarını korumak için yaşatılmalıdır. Hukuk eliyle cinayet işlenemez!
Acaba işlenmiş midir? Evet hukuk eliyle cinayetler işlendiğine insanlar tanıktır.
Nürnberg’deki Adalet Davasında görüldü. Özeti şöyleydi: “Suikastçının hançeri, yargıcın cübbesinin altında gizlidir”. Nisan 1949’da Nürnberg’deki duruşmada söylenen bu söz önce mahkeme heyetinin suratına tokat gibi çarptı ve ders verdi. “Hukukçular toplu katliamlara kadar uzanan menfur suçları işleyebilir ve bunu yaparken de görünüşte hukukçular olarak “normal işlerini” görmeye devam edebilirler. Bir zamanların ve Nazizmin en güçlü hakimleri ve savcıları, Adalet Bakanlığı memurlarından oluşan Adalet Davası olarak bilinen davada onaltı sanık yargılandı. Sanıklar, Almanya’nın hukuk sistemini saptırmak ve onu bir vahşet ve tedhiş aracına dönüştürmekle suçlandılar. Mahkeme acımasız davranmıştır ve Adalet Davasında yargılanan sanık yargıç ve savcıların kendilerini nasıl savundukları da çok önemlidir. Kendilerini temize çıkarmak için ne gibi hukuki ve meşru gerekçeler ileri sürdüler ve neler dediler? Aslında Nazi Hukuk sisteminin temel taşı Führerprinzip; yani liderlik ilkesinebağlılıktı. Bu ilkenin özü; bütün erklerin, yasa yürütme ve yargının çok az elde toplanması esasına dayanmaktaydı. Nihayet sonunda Führer’in elinde toplanmasıydı. Hitler, baş yönetici, baş yasakoyucu, baş yargıçtı. Adalet Davasında yargılanan onaltı sanıktan dördü yargıç, altısı savcı, dokuzu ise Adalet Bakanlığı memuruydu. Sanıklar insanlığa karşı suç işlemekle itham ediliyorlardı. Zayıf bir iddiaydı. İnsanlığa karşı işlenen suçlar mahiyeti itibariyle hukuk mesleklerinin icrasıyla ilişki görülmüyordu. Ama batının adalet sisteminde ne yargıçlar ve ne de savcılar hiç göründükleri gibi değildi ve varsayımlarla bizim yargıçları “adalet” kavramıyla ilişkilendirdiğimiz hiçbir şey düşündüğümüz adalet duygusuna uymuyordu.
“İdddia, sanıkların zulüm teşkil eden eylemlerde bulundukları ve bunu hukukçu olmaları hasebiyle yaptıklarıydı. Tuğgeneral Telford Taylor’un iddia makamı adına yaptığı açılış konuşmasını özetlersek, suçlamanın esası, sanıkların hukuk sistemini saptırması, onun bütün anlamını ve içeriğini boşaltarak kalan kabuğu ya da görünüşü zulmetmek için kullanmasıydı. Özetle “suçlama” dedi mahkeme, “ülke çapında hükümet tarafından düzenlenen …insanlık yasalarını ihlal eden bir zulüm ve adaletsizlik sistemine bilinçli olarak katılmak ve Adalet Bakanlığı yetkisini ve mahkemelerin araçsallığını kullanarak hukuk namına suç işlemekti” Tam anlamıyla: “Hukuk eliyle cinayet” (Tuğgeneral Telford Taylor’un ifadesi Justice Case s.32)”[i] Böyle bir durum vahşettir, en kahredici cinayettir.
Günümüze dönelim… Geçmişte insanlığa karşı işlenen suçları belirlemek zordu, günümüzde değil… Ve Tuğgeneral Telford Taylor’un “Hukuk eliyle cinayet” olarak adlandırdığı kavram tekrar yaşanmasın. İnsan haklarına dayalı hukuka inanmalıyız. İnsanı araç değil amaç kabul eden adalet ve yargı sistemini benimsemekten geçer insan haklarına inanılmalıdır. Aksini düşünmek bile hukuk eliyle cinayet hazırlığıdır ve reddedilmelidir.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Dunja Mijatović tarafından hazırlanmış olan 19 Şubat 2020 tarihli “1- 5 Temmuz 2019 / Türkiye Ziyaretini Müteakip Rapor” bundan yaklaşık üç yıl kadar önce adım adım yargı sisteminin geldiği /geleceği noktayı işaret etmişti.
Bu Rapora göre;
“Adalet sisteminin işleyişi, Komiserliğin Türkiye çalışmalarının başlıca odaklarından biri olmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (“AİHM” veya “Mahkeme”)’nin içtihadının ortaya koyduğu üzere, Türk yargısı, Türk yetkilileri tarafından gerçekleştirilen ihlalleri düzeltmeyerek veya bu ihlallere doğrudan doğruya sebep olmak suretiyle çok uzun zamandır Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin tam ortasında yer almıştır. Komiser, bilhassa, 2018’in sonu itibarıyla, AİHM’nin Türkiye’yi ilgilendiren ve içinde en az bir Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (“AİHS” veya “Sözleşme”) ihlali bulunan 3148 karar vermiş olduğunu kaydeder. Bunlardan 919’u özellikle adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin olup, 755’i kişinin özgürlük ve güvenlik hakkına, 603’ü dava süresine ve 279’u etkili başvuru hakkına ilişkindir. Bu ihlallerin kaynağında yer alan yargı sisteminin işlemeyen tarafları AİHM tarafından birçok davada açıkça tespit edilmiş olmasına rağmen, Komiser bugüne kadar Türk adalet sisteminin bu ihlalleri etkili bir biçimde ele alıp önlemekte yetersiz kaldığını gözlemler.”
Yargı karar verebilir. Yargı iç hukukumuzda kanun olan AİHS’ne göre karar verebilir. Ama öyle olmuyor ve yargı sistemi hak ihlal eden bir sistem olarak karşımıza çıkıyor.
Gerçek durum budur. Ama Adalet Bakanlığı AİHM’si kararının yerine getirildiğini söyleyebilmektedir.
Üstüne üstlük Mahkemelerin AİHM ve AYM kararlarına uygun şekilde karar verme yükümlülükleri, Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından Mayıs 2019 da kamuoyuna duyurulan Yargı Reformu Stratejisinde de vurgulanmıştır. Söz konusu belgenin “Hak ve Özgürlüklerin Korunması ve Geliştirilmesi” başlıklı birinci amacının öngördüğü 3.a faaliyetine göre, “Hâkim ve Cumhuriyet savcısı kararlarının, AYM ve AİHM kararlarına uygunluğunun meslekte yükselme ve denetimlerinde gözetilmesi sağlanacaktır” denilmektedir. Tam tersine, AİHM ve AYM kararlarına uymayan yargıçlar ve savcılar meslekte yükseltiliyor, ödüllendiriliyor.
Öfkelenmez misiniz?
Sadece öfkelenmekle kalmaz, kızarsınız.
Öfkelenseniz de kızsanız da AİHM’si kararı uygulanmıyor.
Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır…
Acaba kimin yüzü kızarmalı?
Buradaki öfkelenme yüzünüzü kızartır mı? Aksine adalete bakan adamların yaptıklarından utanırsınız bile! Kendi yüzünüz kızarır.
Öfkelenmek neye yarar, daha doğrusu yaramalıdır?
Öfkelenmek bazen utanç duymakla biter. Bazen dayanışmayla…
Yan yana durabilmeyi sağlar. Şimdiye kadar hiç yanyana gelmediğiniz insanlarla yan yana durursunuz. Dayanışmadır ve durabilmektir zaten ve baskıya karşı çıkmanın ilk adımıdır. Şimdiye kadar hiç hissetmediğiniz öfkelenmenin sağladığı dayanışmadır, güçtür.
O zaman yüzünüz kızarmaz. Öğretidir ve bir arada olmanın dayanışmasıdır. Bu kez haklı olmanın gücüyle öfkelenenler yan yana durabilmekle işe başlar ve birleşik cephe örülür.
Yan yana durmakla başlayan dayanışmayı yaratmalıyız.
[i] Nazi Almanya’sında Hukuk. Alan E. SteinWeis &Robert D. Rahlin. Çeviren Kıvılcım Turanlı Zoe Yayın. 2020 Sayfa 167-171