İlk not: Peşisıra gerçekleşen projelerden dolayı yazmaya uzun bir ara vermişken, Platform'un girişinde Fevzi abiye rastladım. Bianet'ten yazılarını okuyorum, dediğinden beri şu stresle yaşıyorum. Bir an önce 15 günde bir disiplinine geri dönmek. Uzun aranın telafisi olarak uzun bir yazı...
Kendi geliştirdiği kanatlarla uçmayı başaran ilk insanlardan birinin, bizim topraklardan çıkması bana her zaman ilham verdi. Bu yazıya başlamak için, onun hikayesinden başka kanat takamazdım. Hezarfen Ahmet Çelebi'nin, İsmail Cevheri'nin araştırmalarını geliştirip, Galata Köprüsü'nden Boğaz'ı geçerek, Üsküdar Doğancılar'a inmesinin ardından tamı tamına 377 yıl geçmiş. Bu cesaret hikayesinden bize, bugüne kalan en somut kayıt Evliya Çelebi'den. Zamanın padişahı 4. Murat'ın onu Cezayir'e sürerken ettiği laf: "Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir, böyle kimselerin bakaası caiz değil."
Konumuzla ne alakası var diyenler için hemen burada güncel bir not atmak isterim. Türkiye'de devlet gelenekleri çok köklüdür, haliyle de uçanı cezalandırma geleneği hala devam etmektedir. Türkiye, yurt dışına çıkan vatandaşlarına pul olarak -yıllarca 75 TL olan ve 15 TL'ye düştüğünde pek sevindiğimiz- 'yurtdışına çıkış harcı' satar ya da almak zorunda bırakır. Aksi takdirde, pasaport kontrolündeki polisler sizi vezneye tatlı tatlı geri yollar.
İnsanın bir kere içine ateş düşmeye görsün, cezası neyse razı oluyor. İlk kez uçağa bindiğimde ben de Hezarfen genlerimi dibine kadar hissetmiş, uçmanın bende tiryakilik yaratacağını sezmiştim. Sık sık seyahat etmeyi, haliyle de uçmayı gerektiren bir meslek icra ettiğimden, halimden şikayet edecek değilim.
Ama uçakla seyahat etmekle ilgili bir sıkıntım var ki; Hezarfen bugün yaşasa eminim o da bana katılırdı: Havaalanlarının hemen her yerde birbirine benzeyen, en az oteller kadar soğuk ve sevimsiz mimarileri, karaktersiz mekanları, hava alması zor alanları.
Zamanla kendimi bu konuda eğiterek, durumdan iş çıkarmayı başardığımı düşünüyorum. Bu yazıda, havaalanlarında uçak bekleyerek, yakalayarak ve kaçırarak geçen zamanlardan bana kalan gözlemleri ve notları iki şehir arası bir hikayeye, bir gidiş-dönüş biletine çevirmeye çalışacağım.
Berlin-Tegel Havalimanı'ndan hareket eden AY-2009 sefer sayılı İstanbul uçağımız Atatürk Havalimanı'na inmiş bulunmaktadır...
İstanbul Atatürk Havalimanı'na dair hafızamdaki en eski kayıt, doksanlardan kalma. Yurtdışına okumaya giden akrabalarımı uğurlarken ve hemen ardından ilk kez Almanya'ya uçarken gördüğüm, (şimdi İç Hatlar Terminali olarak kullanılan) zamanın Dış Hatlar Terminali'nin mimarisinden bir detay.
Mekanın kahverengimsi, kat kat yükselen tavan yapısı. Epeydir iç hatlardan uçmadım ama eşine belki bir tek eski Nişantaşı apartmanlarının geometrik minimalizminde rastlanabilecek türden bir nostaljik güzellik ve modernizme has bir tarihsel mimari anlayışı barındıran o tavanı, hala gözümün önüne getirebiliyorum.
Zamanında basından bazı kalemlerin "depresif ve basık olduğunu" yazdığını hatırlamakla beraber, bende bıraktığı ilk etki bambaşkaydı. Belki de o tavan, Atatürk Havalimanı'nın tek tarihsel karakteristik özelliği idi.
Sayesinde o kullanışsız yapı hacmi AKM, Atatürk Köprüsü, Atatürk Orman Çiftliği ya da Atatürk Kitaplığı gibi bir atmosfer içeriyordu. Bana çocukluğumda babamın elini tutarak gittiğim banka şubelerinde çalışan amcaların kravatlarını hatırlatıyordu.
Tasarımı, estetiği (babam o kravatları takan amcalarla, çay-kahve içerken), bana -o banka şubelerinde uslu durmam karşılığı- cam şişede vişne suyu ile birlikte verilen "Şeker Çocuk" ya da "Doğan Kardeş" dergilerinden fırlayan tipografiler gibiydi. Köşeli köşeli.
AKM, Atatürk Kitaplığı, Atatürk Orman Çiftliği... Bu yapılar bizim kuşağın hafızasında, ilk hallerini çocukluğumuzdan, gençliğimizden kalma bir tiyatro dekoruna dönüşerek koruyan, şimdilerde ise hep siyasi bir zıtlık tartışmasına kilitlenmiş, akıbeti belli olmayan ya da neo-liberalleşme ekseninde mimari karakterlerini yitiren anıtlar olarak kalacak.
Hemen hemen hepsinde, 1920'lerden bugüne uzanan 'Modern Türkiye' hikayesinin yerel referanslarını, kendine has bir anıtsallık anlayışının tarihi kalıntılarını ve değişim izlerini görmek mümkün.
Diğer yandan, her biri -her darbeyle başka türlü makyajlanan renklerinde ve dokularında- 80 sonrası Türkiye'sinin devletten, polisten, askerden çekinen, kapıyı vurmadan önce ceketini ilikleyen, mühür için kuyruklarda saatlerce bekleyen sivil ruh halini yansıtıyor.
Bu kısmı biraz daha iyi açmak için, buraya çok genel bir tarih paragrafı 'çekeceğim'. Atatürk Havalimanı, eski adıyla çağırdığımızda Yeşilköy Havaalanı, üzerine çok fazla araştırma yapılmasa da, aslında modernleşme tarihimizin en önemli sembol-noktalarından biri; sivil hava ulaşımının ilk başladığı yer, yıl 1912.
DHMİ (Devlet Hava meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü) ve İstanbul Uluslararası Atatürk Havalimanı resmi internet sayfalarını karıştırdığımızda bulabileceğimiz kısıtlı bilgilere göre: Atatürk Havalimanı'nın askeri kullanımı, 1930'lu yıllardan itibaren hız kazanmış. Sivil havacılığın başlanması ise 1938'de İstanbul-Ankara seferlerinin başlaması ile mümkün olmuş ve uluslararası havacılık standartlarına ulaşılması biraz zaman almış.
1944-1945 arası epey tartışılan bir kararnameden sonra, Amerikan Westinghouse-IG White firmasıyla yapılan bir anlaşma sonucu uluslararası şartlarda inşa edilmek üzere harekete geçilmiş ve bu çalışmalar 1949-1953 arasında da devam etmiş.
1953 yılında uluslararası hava trafiğine açılan Yeşilköy Havaalanı, darbe sonrası (1985 yılında) Cumhuriyet projesine dönüş amacı güden asker kaynaklı politikaların gereği, pek kimsenin itiraz etmeyeceği bir vurguyla bugünkü adını yani Atatürk Havalimanı adını almış.
Seksenler sonu, doksanlar başında, basında düzenli olarak Atatürk Havalimanı'nın İstanbul'un giderek artan hava trafiğine artık yetemediği ve 'çağ atlayan' Türkiye'ye yakışmadığı haberleri yer alırdı. Bu tartışmaların başka tartışmalara dönüşmesi ise 2000'leri buldu. Modernleşme tarihinin izlerini taşıyan ana binanın çehresi, -hayatımıza seksen sonrası giren- Türkiye bürokrasi tarihinde çokça tartışılan bir sistemle, 'yap-işlet-devret' modelinin bir örneğiyle epey değişti.
Sonuç olarak, Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali Ocak 2000'e kadar devam eden bir süreçte bugün İstanbul'a indiğinizde sizi karşılayan son halini aldı.
Mimari karakterden yoksun, sadece - güzelim İstanbul'a değil de, herhangi başka bir şehre (de) ait olabilecek jeneriklikte işlevsiz bir hacme sahip; cam yüzeyleriyle belki artık bizi eskisi gibi kahverengimsi tavanıyla boğmayan ama bize geldiğimiz şehre dair pek birşey de söylemeyen, bir his vermeyen, fazlasıyla '-post' haline...
Medya tarihine geçmiş bir tartışmayı burada tekrar hatırlatmak belki İstanbul'a uçacak rehber okuruna şu "yap-işlet-devret" kültürünü anlatmak için bana biraz kolaylık sağlar. Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali için açılan proje yarışmasını çok genç bir yaşta (27) kazanan 'yüksek mimar' Ebru Kantaşı, o dönemde 'torpil' iddiaları ile gündeme gelmiş, daha sonra proje bitiminde ise "yurt dışından büyük talep var." açıklamalarıyla basında yankı uyandırmıştı.
Ama söz konusu 'yurtdışı taleplerinin' Makedonya Stromsca ve Azarbaycan Nahçıvan Havalimanı projeleri olması, basını pek tatmin etmemişti. Daha bomba bir haber, öne geçti. Dönemin Ulaştırma Bakanı Ömer Barutçu'nun "elini çabuk tutan kapar" olarak belirlediği kriterlere göre başvuran yedi projeden Ebru Kantaşı'nin projesinin seçilmesi Mimarlar Odası'nı epey kızdırmıştı.
Ebru Kantaşı babasının sahibi olduğu, Kantaşı İnşaat, Proje ve Danışmanlık Şirketi'nde 1996'da çalışmaya başlamıştı. Seçici jüride üyelerinin bulunmadığını açıklayan Mimarlar Odası, projenin iptali için dava açtı ama kazanamadı.
Gel de şimdi bu durumu, "yap-işlet-devret" modelini ya da "elini çabuk tutan kapar" kriterini İstanbul-Berlin şehir rehberini Almanca okuyacak, İstanbul Havaalanı'nı merak eden, Avrupalı okura anlat. İhale kültürünün bizdeki karşılığını, iptidai bürokrasi anlayışımızı ve anaforculukta sınır tanımayan projeci zihniyeti kendi haline bırakıyorum, yakın zamandan bir habere geçiyorum:
"Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali'nin büyütülmesi ile ilgili projeler üzerinde de çalışmalarını sürdüren Ebru Kantaşı Mert, Dış Hatlar Terminali'nde ATU Turizm İşletmeciği A.Ş tarafından işletilen Duty Free bölümünde yarattığı "Bazaar Konsepti" ile dünyanın en prestijli mimarlık ödüllerinden Frontier Ödülü'nü aldı."
Bu, benim İstanbul'a her inişimde kendime sorduğum, "o dükkanlarda neden sürekli kötü icra edilmiş, asansör müziği haline getirilmiş, plastikleşmiş Türk müziği çalıyor" sorumu da yanıtlıyor. Başka bir soru ile beraber: "Yıllardır savaşa gider gibi hazırlanıp, küserek geri döndüğümüz Eurovizyon'da (nihayet) birinci olan tek şarkımızın arkasındaki başarının sırrı nedir?" Cevap: "Hamam ve harem konseptlerinin güncellendiği klip ve görsel dil, beste seçimi ve vokal tekniği kadar etkili oldu."
Mimaride ve müzikte, hemen her alanda olduğu gibi hala talep yaratan ve bir türlü tüketilemeyen "oryantalist" ve "kendine oryantalist" (orientalism, self-orientalism) bir açlık var. Sadece mimaride ya da müzikte yaşadığımız bir kısır döngü değil ki bu. Zira herhangi sanatsal bir kimliğin, yaratının ya da cümlenin yerel tarihe ve bağlama duyarlı bir dille buluşarak, evrensel bir form ve üslup kazanması son derece zorlu bir süreç. O nedenle de, kestirmelere gitmek kadar doğal ne olabilir? Bazaar hep işledi, hep işleyecek!
Çok mu yerden yere vurduk yeni halini? Benim bu haliyle de sevdiğim yanları yok değil hani! Hiç pazartesi sabah uçuşlarına rastgelmediyseniz anlayamayacağınız türden bir "Manic Monday" sendromunu, pasaport kontrolünde duran, bizi her an seksenlerden bir Wham video klibine ışınlayabilecek kadar özenle seçilmiş genç polisleri; uyku tulumlarıyla koltuklara -valizlerinin üzerine ayaklarını uzatarak- kıvrılan ve ortama bir mülteci kampı havası, haliyle de bu postmodern mekanla zıtlaşan siyasi bir anti-estetik getiren "fucked-up" yolcuları; ayakkabı boyacılarının cam yüzeylerden yansıyarak heykelleşen, süper-oryantalist ve şaşalı tezgahlarını; yarattığı 'thriller' hissiyle şehre bu konuda Agatha Christie'den beri en büyük katkıyı yapan otoparkı, Türkiye'nin en sosyal devlet memurlarının oturduğu "yurt dışına çıkış harcı pulu" aldığınız o vezneyi...
İstanbul'un Avrupa Yakası'nın merkez noktasını Beşiktaş alırsak, oradan arabayla 45 dakikada; Taksim'den Havaş'la 10 TL'ye kendinizi işte böyle bir glokal kültür cennetinin ortasında bulabilir, bu nezih ortamda viskinizi mutlulukla yudumlayabilirsiniz.
Büyüklerim, bunları size anlattığımı duysa beni azarlar, 'şükretmemi' talep eder. Onların yurt dışına çıkış (ya da çıkamama) anıları hiç bitmez; yurt dışına çıkış izin kağıdından pasaporta döviz kaydettirmeye kadar yığınla anekdot anlatılır.
Belki de Dış Hatlar Terminali'nin bu hali Leman'dan, Gırgır'dan tanıdık bir havaalanı gibi, Türkiye'ye dair her şeyin içine kolayca girip, çıkabileceği sıradanlıkta bir 'ortak alana' dönüşmüş; o nedenle de mimari bir üslup ya da bağlama duyarlı bir imza gerekmiyor bize. Kendisi en baskın bağlam.
Diğer yandan İstanbul Atatürk Havalimanı'nın bu post-modern cümbüşü,"...ortaklaşa çalıştıkları teknolojilerin etrafında tasarlanan havaalanları, günümüzde nostaljinin ve kitsch olanın baskısından bağımsız kalabilmiş hemen hemen tek kamusal mimari formları..." diyen J.G. Ballard'ı yalanlıyor, pasaport kontrolünden hemen önceki durağın nazar boncuk, lokum, Tarkan CD'leri satan büfeler olduğunu iyice gözümüze sokarak... Kıbrıs Türkçesi'yle "uçak-alanı" ya da David Pascoe'nin önerisi "hava-mekanlar" ("airspaces"), sanki İstanbul Atatürk Havalimanı'nın çok boyutlu mekansal tarifini daha iyi karşılıyor.
b) İstanbul-Atatürk Havalimanı'ndan hareket eden AY-2009 sefer sayılı Berlin uçağımız Tegel Havalimanı'na inmiş bulunmaktadır...
Kuşkusuz Berlin'in en popüler havaalanı, seksen yıl hizmet verdikten sonra, görkemli ve gözü yaşlı bir törenle (30 Ekim 2008'de, bir Dornier'in kalkışıyla) kapanan ve artık moda, müzik vs. odaklı ("Bread & Butter", Woodstock 2009 gibi) dev organizasyonlara kiralanıp, kiralanamamasıyla gündeme gelen Tempelhof Airport. Kapansın mı, kapanmasın mı; sergi salonu mu olsun, kiraya mı verilsin, yıkılsın mı, yıkılmasın mı, tartışmaları Berlinliler'in günlük hayatının bir parçası.
Tegel'in ise, en az onun kadar eski hikayesi. Gölü ve küçük merkeziyle kendi yağıyla kavrulup giden Tegel'in başına havaalanı çorabını ören ise, Count Zeplin adıyla bilinen (efsanevi Zeppelin Airship şirketini kuran) Ferdinand Adolf Heinrich August Graf von Zeppelin adlı general, sene 1909.
Ama Tegel'in dış cephesinde, göbek adını aldığı başka bir isim yazılı; tarihin ilk başarılı planörlerinden, Alman havacılığının simgesi Otto Lilienthal'ın adı. Yani, Herr Hezarfen. Berlin'in bitmek bilmeyen İkinci Dünya Savaşı (ve sonrası) hikayelerinden nasibini gani gani alan Tegel Havalimanı, bugünküne en yakın halini 1974 yılında alıyor. Resmi web sitesine göre ise, 2012'de yeni yapılan Berlin-Brandenburg Uluslararası Havalimanı'nın tamamlanmasıyla birlikte kapanacak.
Sen misin Schönefeld'i küçük gören? Bu 'charter' uçuşlar uçmanın görkemini yedi, bitirdi; uçaklar dolmuş oldu diye şikayet edenlere, hele asla Schönefeld'den ya da Sabiha Gökçen'den uçmayanlara duyrulur: Berlin'in yeni açılacak dediğimiz Brandenburg Havalimanı aslında Schönefeld'in yanıbaşında, onun büyütülmüş-genişletilmiş hali olacak... Sabiha Gökçen ile de ilgili, basından en başından beri hep büyük emeller, dev projeler duymaktaydık... Kim bilir?
Ne yalan söyleyeyim, ilk kez indiğimde Tegel beni çok şaşırtmıştı. Ben kesinlikle daha büyük bir 'şey' bekliyordum. Biraz karikatürize edersem, ben pastadan dansöz çıkmasını beklerken, doğum günümü kekin üzerinde bir mumla bana doğru gelerek kutlayan arkadaşlarına gülmek zorunda kalmak gibi olmuştu -Tegel'e verdiğim ilk tepki.
Bunda Özal'la geçen bir çocukluğun; dolayısıyla farkında olmadan, 'güçlü devlet' dediğinden burjuvamsı bir gösteriş bekleyen, buna şartlanan bilinçaltımın etkisi var.
Yani ben meğer sinsi sinsi, Tegel'e doğru uçarken, -bizdeki "herşeyin şaşalısı makbuldür" dolayısıyla da çerçevenin varaklısı, havaalanının kat kat olanı kabilinden- acı bir bekleyişe girmişim. Evet, Berlin'in Tegel'i de öyle pek havalı bir havaalanı değil. Ama çok arkadaş canlısı, çok cana yakın. Kullanışlı. Bunu anlamam zaman aldı. Çok geldim, gittim.
Türkiye'de pek meşhur bir deterjanı reklamının haklı sorusu "neden daha fazla ödeyesiniz?" gibi olacak ama, başka hiçbir şehirden havaalanına gitmek için daha az para ödemedim. Bilbao ve Frankfurt da kolay ulaşılan havaalanları ama en ucuzu Berlin.
Bana havaalanına gitmek için Paris, Kahire, Taipei'de ödediğim taksi paralarını; Stockholm, Barcelona ya da Venedik'te yaşadığım ızdırapları sıcak karşılaması ile unutturan hep "O "oldu. Belki çok seksi olmayabilir; kırmızı ışıklar, dantellli iç çamaşırlar ve baştan çıkaran kokular bilmez, ama O hep sıcak ve güleryüzlü.
Tegel, sadece şehir ile havaalanı arasındaki mesafede değil, 'hexagonal' dediğimiz, altıgenimsi yapısıyla havaalanı içindeki hareket-alanı, uçağa biniş, uçaktan iniş, buralardan toplu taşıma alanlarına yürüme mesafesi açısından da iyi tasarlanmış, gösterişsiz ama pratik bir mekan organizasyonu olan, "user-friendly" bir havalimanı.
İçi boş, çokgen yapısı sayesinde uçağa bineceğiz kapıya (taksi ya da toplu taşıma ile) en yakın noktaya kolayca ulaşabilmek mümkün. Galiba mimarının da en çok gururlandığı yanı bu. "Berlin Tegel bugün bile baktığınızda, uçaktan arabaya en kısa sürede ulaşabileceğiniz havaalanıdır. Oysa günümüzde terörizmin getirdiği sıkı güvenlik ihtiyacı bunu kolay kolay mümkün kılmaz." diyor.
GMP (Gerkan, Marg & Partner) mimarlık şirketinin kurucu ortaklarından Meinhard von Gerkan'ın, geçen sene İstanbul'da yapılan bir söyleşide söyledikleri, bize Tegel'in tasarımının arkasındaki prensibi yansıtıyor:
"Mimariyi kalıcı ve sürdürülebilir bir şey olarak oluşturmaya çabaladık. Bunu yaparken ışığı, iklimlendirmeyi ve enerjiyi göz önünde bulundurduk. Her zaman en ön planda insanı tuttuk... Mimarlık toplumsal sorumluluk taşıyan bir meslektir. Çevremizle olan ilişkimiz, mimarların çıkardığı işlere bağlı... Önemli olan insanın gereksinimleri. Bu gereksinimleri iyi bilmelisiniz. Havaalanı tasarlayan bir mimarın çok uçması şart."
Üstelik sayemizde Tegel'in İstanbul'dan geri kalır yanı yok. Bazaar mağazaları yok belki ama taksicilerinden yolcularına Türkiye'den o kadar kişi var ki, etrafta. Cümbüş. Bir kere Tegel'de, tesadüfen Buket (Uzuner) ile karşılaşmış; denizde birbirine su atıp eğlenen çocuklar gibi, karşılıklı birbirlerine parfüm sıkarak, koşturan elli yaşındaki (birazdan bizimle İstanbul'a uçacak, % 99 Türkiye'den) bıyıklı amcalara bakakalmıştık.
Aynı şaşkınlığı, parfüm şişelerinin yerine konmasını ya da satın alınmasını bekleyen Alman kasiyer kızların da paylaşması pek hoşumuza gitmişti. Buket, meseleyi ciddiye aldığından konuyu hemen "medeniyetler çatışmasına" getirdi.
O hararetle konuşurken benim gözüme, hala etrafta kuş gribi günlerinden kalma, kötü tasarlanmış ve "köyünüzden et, süt, peynir felan getirmeyin lütfen" türünden azar tonlu, birkaç posterin asılı durması takılmıştı.
Willkommen / Hoş geldiniz....
Bir kere bir işinde Hale Tenger, THY'nın penceresinden çektiği, gökyüzü ile çerçevelenmiş bir uçak kanadı fotoğrafının altına "Kanadından at beni" yazmıştı. İstanbul'a ya da Berlin'e iniş yaparken içimden aynı hisler geçer, eve dönüş mutluluğu -her seferinde: Kanadından at beni.
THY'de uçunca, bu mutluluk iyice 'paylaşılınca çoğalan' cinsinden oluyordu. Hep beraber seviniyorduk, çocuklar gibi. Gerçi hala bazen yolcular iniş yaparken pilotu alkışlıyor ama eskiden bu kısa tören hemen her uçuştan sonra (daha bir coşkulu) olurdu.
Son bir iki yıldır yolculara yavaş yavaş bir tür çekinme yerleşti; alkışlar eskisi gibi çoşkulu değil, çekiniyorlar. Çılgın Türkler artık biliyor ki, yabancılar bunu biraz tuhaf karşılıyor. Ama uzun uçuşlarda aldırmıyorlar. Pilotun hakkı pilota!
Bir kere Taipei'den, Seul aktarmalı İstanbul'a uçmaktayken, arkada uyuyan kocasından kaçıp ayaklarını uzatmak için yan sıraya geçen bir teyze bana dönüp fısıldadı: "Alkıştan önce beni uyandır, pilot iyi sürdü, sallamadı. Ben de el çırpayım..." Kocasıyla 10 günlük Tokyo ziyaretinden dönüyordu. İstanbul'a iniş anonsuyla zaten kendi uyandı. Birlikte sevinç içinde pilotu alkışladık.
O gün, Atatürk Havalimanı'na en mutlu indiğim gündür. (AY/EÖ)
Son not: Bu yazı, editörlüğü Çağla İlk ve Çiçek Bacık tarafından gerçekleştirilen, "Berlin-Istanbul Intercity " adlı stadtreader/şehir rehberi tarafından ısmarlandı. Yayını Istanbul'da Robinson Crusoe ve Depo 'da 1 Temmuz'dan itibaren bulabilirsiniz.
Fotoğraf: Hale Tenger, Kanadından at beni.