"İmaj Politikaları" Türkçe yazılacak ve 15 günde 1 yayınlanacak yazılardan oluşacak bir seri projesi. Bu fikre kucak açtığı için bianet'e teşekkürler. Kucak açan yerin, medyadaki güç dengelerinden olabildiğince bağımsız ve siyasi kirlilikten uzak bir zemin olması nedeniyle uzun süreden beri bir yazıya ilk kez bu kadar huzurlu başlıyorum. Serinin dayandığı fikrin temelinde bugünün görüntü dünyasının, imaj sirkülasyonunun ve görsel dillerinin biçimlendirdiği düşünme ve tartışma biçimleriyle imajın nasıl siyasi ve ekonomik bir değere dönüştüğü vurgusu olacak.
...
Yine Stockholm'un iç bunaltan havaalanındayım, transfer bekliyorum ve nefessiz kalakalmıştım. İmdadıma bir kitapçıda karşıma çıkan Paul Auster'ın "Man in the dark / Karanlıktaki Adam"ı yetişti. Uzun süredir Bay Auster okumadığımı farkedip, hemen bozuklardan çıkan 90 kronu verdim. İyi ki de vermişim. Romanın kahramanı August, 72 yaşında ve geçirdiği bir kazadan sonra yatağa mahkum, emekli bir eleştirmen.
Yattığı yerden Irak'ta ölen (torununun sevgilisi) Titus'un yasını tutarak, Amerika'yı yeniden kuruyor. Auster fantazi yapmış! Amerika ne 11 Eylül'ü yaşamış, ne de Irak'ta savaşmış; bu kez Amerika, Amerika'yla savaşıyor. New York'un başlattığı iç savaş sonunda kurulan Amerikan Bağımsız Devletleri, Bush'a, daha doğrusu Amerikan Birleşik Devletleri'ne karşı! Romandaki siyasi kurgu, Auster'ın entellektüel vicdanı olarak işliyor ve Amerika'yı her zaman için birleştiren şeyin nasıl her seferinde 'dış tehditler' olduğunun ince alayıyla, yeni dünya Amerika'ya eski dünyadan ödünç bir önermede bulunuyor: Devrim umudu olarak, iç savaş.
August uykusuz gecelerde yattığı yerden bir iç savaş hayal ediyor, gündüzleri ise Titus'unu kaybeden torunu ile "the World of Apu"dan "Grand Illusion"a kadar dünya sinemasının klasiklerini izliyor. Auster, metafor olarak iyi kitapla iyi filmi birbirine ne kadar benzetse de, sonuçta acısına sığınmak için kitap okuyanla film izleyeni birbirinden ayırıyor; bunun için de akılsız edilgenlik ("mindless passivity") dediği, filmin insanı uyuşturan etkisine geliyor.
Bugün iyileşmek, geçmişi unutmak, geleceğini düşünmek istemeyenlerin kaçısı olarak illa ki görüntünün akışını, hareketini ve oyalayacılığını işaret ediyor. Bunu da bugünün siyasi zemininin her an herşeyin olabilirliğiyle ilişkili gerilim potansiyeline bağlayarak, bir yerde "...bir dakika önce hayatını yaşıyorsundur, bir dakika sonra bir de bakarsın ki savaştasın" diyor. Sayfaların sonlarına doğru yeni dünyada iç savaşın çoktan başladığına dair bir umut doğuyor içime.
...
Auster'ın romanından bahsettiğim Erdağ Aksel'le Berlin' turluyoruz. Yanıma yürürken, derslerinden hatırladığım, meşhur bir sorusu geliyor aklıma: "Gözlerimizi kapatsak gördüklerimizi unutabilir miyiz?" Ama o bu kez başka bir soru soruyor. Benden üç, dört, beş kuşak öncesinin aile evini hayal etmemi isteyerek, beni geçen yüzyıla ışınlıyor: "Anneannenin anneannesinin anneannesinin evindeki objeleri hayal edebilir misin? Ya görüntüleri sayabilir misin?" diye soruyor. (Çok alemdir. Kendisi bizzat feminist olduğu için, soruyu da çaktırmadan siyaseten doğrucu-dişi bir aile çizgisi izleyerek kuruyor! Gözümden kaçmıyor.)
Ben soba, sedir, yer masası filan gibi şeyler hayal ederken, aynı karşılaştırma için bugüne dönüyor ve "Ya annenin evindeki objeleri ve görüntüleri saysak?" diyor. Ben söz dinleyen bir öğrenci olarak kafamda hemen annemin oturduğu eve gidiyorum; televizyondan ve internetten akan, duvarları saran resimlerden, fotoğraflardan oluşan, eve giren gazetelerden ve dergilerden fışkıran görüntüler arasında kayboluyorum. Kişisel bir tarihten yola çıkarak, görüntünün tarihsel dönüşümüne bakıyoruz. Artık ne kolay, çok ve hızlı üretiyoruz. Bir o kadar da çabuk tüketiyoruz... Bağımlıyız. Lıkır lıkır görüntü içiyoruz. İştahla görüntü yiyoruz. Öyle besleniyoruz.
2007 yılında yaptığı bir heykel projesini konuşmaya başlıyoruz. Erdağ Aksel, gençliğinden hatırladığı, 27 Mayıs 1960 İhtilali'nde Taksim Meydanı'na konulan, 12 Eylül 1980 Darbesi'ne kadar yirmi seneye yakın yerinde duran bir süngü heykelinin hikayesinden yola çıkıyor.
Muhtemelen dönemin Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından dikilen, kim tarafından tam olarak ne zaman/neden kaldırıldığı ve bugün nerede olduğu bilinmeyen bu heykelin tarihine ilişkin olarak, beraber çalıştığı uzman araştırmacı arşivlerden taranan gazetelerden birkaç görsel ve Murat Belge'nin bir yazısında rastlanan birkaç cümleden fazlasına ulaşamıyor. Aksel bu heykelin hikayesini dönemin makineli tüfeklerini inceleyerek, resistansla ısınan bir heykele dönüştürse de heykelin orjinalini bulmakla ilgili hayalini hala yaşatıyor. İstanbul'un kalbi Taksim'de yirmi seneden fazla duran bir heykelin, gözler önünde duran kocaman bir süngünün birden yokolması, hızla unutulması, pek hatırlanmaması, fazla izine rastlanmaması tam da ancak bir Auster romanında rastlanacak türden bir şüpheciliği beraberinde getiriyor.
Darbenin mirasları bitmedi ama koca heykel kayboldu! Görüntüyle ve objeyle ilişkimizin, kültürel belleğimizin ve üzerimizden geçen darbelerin travması hep birlikte Yurttan Sesler Korosu olarak bize ne çok şey söylüyor? Bugüne bakmak, geçmişe gelecekte bakmakla ve geleceği geçmişte aramakla ne kadar da ilişkili...(AY/EÜ)
__________________________________________________________________
Not: Fotoğrafımı çeken ve kullanmamıza izin veren Serkan Taycan'a minnet.