19 Haziran 2013 günü gazetelerde 16 sivil toplum kuruluşunun tam sayfa ilanı yayınlandı. İlan on iki işveren örgütü, kritik zamanlarda işverenlerin yanında yer almakta ısrarlı üç sendika ve bir esnaf örgütünün 31 Mayıs günü başlayan direnişlere ilişkin yorumlarını içeriyor.
İlanda özetle marjinal gruplar ve dış güçler suçlanıyor, Türkiye için istikrar ve büyümenin ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor ve imajımızın zedelenmemesi için herkes göreve çağrılıyor. İlanı veren gruplardan birinin yöneticisi televizyonda, metni hazırlamak için uzun toplantılar yapıldığını söyledi. Hiç o kadar tartışmaya gerek yokmuş, başbakanın danışmanlarından biri de aynı metni yazabilirdi.
İlanda istikrarın vurgulanması boşuna değil. Son dönemde Türkiye ekonomisinin en büyük avantajının istikrar olduğunu iş çevreleri iyi bilir. Türkiye, istikrarlı olduğu için uluslararası fonları ülkeye çekmekte başarılı olmuştur. Uluslararası fonların yıllardır sürekli olarak ülke ekonomisine girişi dış ticaret dengesizliklerini örtmüş, döviz kurunun, faiz oranlarının tehlikeli düzeylere çıkmasını engellemiştir.
Fakat bu istikrar ne piyasa dengeleri sonucu ulaşılmış bir durumdan kaynaklanmaktadır ne de toplumun farklı kesimlerinin üzerinde uzlaştığı politikalar tarafından yaratılmıştır. Bu istikrar tamamen, ülkenin tüm kurumlarını kontrol eden güçlü bir otoritenin varlığına bağlıdır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hem partisinin parlamentodaki rakipsiz gücüyle hem de kendi sınır tanımaz tavrıyla bu otoriteyi sağlamaktadır. Başbakanın haşin bakışları, gergin burun delikleri ve aşağılayıcı dili başlı başına bir iktisadi politika aracı olarak görev yapmaktadır.
Gerçi bu çok özel bir durum sayılamaz. Başka ülkelerde de otorite yoluyla istikrarın sağlandığı örnekler görülmüştür. Bunların en ünlülerinden biri Pinochet dönemi Şili’sidir. Türkiye’de de bazı liberal iktisatçılar Pinochet’i, baskıcı yönetimi kabul edilemez ama ekonomide istikrarı sağladı, diye değerlendirmişlerdir. Bu örnekler ekonomik liberalizmin kendiliğinden siyasi liberalizme yol açacağına ilişkin tezlerin içinin boşluğunu göstermektedir. Hatta tam tersine, bu iki kavramın birbiriyle çeliştiği durumların daha fazla olduğu söylenebilir.
Türkiye’de de benzer bir durum söz konusu. Neoliberal politikalar dış dünyadan gelecek fonların önemini artırmaktadır. Uluslararası sermayeye güven vermek için ülke içinde istikrar sağlanması şarttır. Türkiye on yıldır istikrarı parlamentonun çoğuna hükmeden, dediğim dedik bir başbakanla sağlamaktadır. O halde, arada sırada herkesi irkiltecek şeyler yapsa da, bu başbakanın yerinde kalması gerekmektedir. İlanı veren kuruluşlar kısaca “istikrar için zulme katlanın” diyor.
Bu ilan iş çevrelerinin, ne yaparsa yapsın başbakanın arkasında olacağının ilanıdır. Başbakan zaten tavrının değişmeyeceğini açıklamıştı. Bu ilandan sonra, bugüne kadar gösterdiği tavrın daha da şiddetlenerek süreceğinden emin olabiliriz. Gerilimi ve baskıyı artıracak ve yine de alkışlanacak.
Son günlerde meydanlardaki gençlerin olağanüstü yaratıcılıklarına sıklıkla şahit olduk. Zekalarına hayran kaldık. İnsan iş adamlarından da biraz zeka kırpıntısı bekliyor doğrusu. Neticede para koyuyorlar, yatırım yapıyorlar, risk alıyorlar. İnsan bu kadar mı kısa vadeli bakar, bu kadar mı ettiği lafın önünü ardını düşünmez, bu kadar mı üç adım sonrasını boş verir. Kurnazlık bu kadar mı zekanın yerini almış.
Göremedikleri şu; kendilerinin ödü kopuyor olabilir ama bu ülkede çok geniş kesimler baskılara boyun eğmemeye karar verdi. Bundan sonra her otoriter tavra direnecekler. Bundan sonra istikrarı otoriter yollarla sürdürmek mümkün olmayacak. Eğer istikrar istiyorsanız bu ancak uzlaşma yoluyla sağlanabilecek. Otoriter tavırlarda ısrar sadece istikrarsızlığı artıracak.
Oysa iş çevreleri ilan vererek başbakanı bildiği ve alıştığı yöntemleri sürdürmesi için teşvik ettiler. Hayırlı olsun. Şimdi bundan sonra olacaklara kendilerini hazırlamaları gerekiyor.
Bundan sonra Türkiye’nin yurt dışındaki imajı baskı altında, sürekli olarak patlamaya hazır bir ülke olacaktır. Bunun iki nedeni olacaktır. Birincisi, artık bu ülkede baskılara karşı koyulabileceğini görmüş, yaşamış olan insanlar var. Onlar için kazanıp kazanmamak, başarılı olup olmamak o kadar da önemli değil. Baskıya karşı koymanın, boyun eğmemenin onurunu yaşadılar, büyük kısmı bundan vazgeçmek istemeyecektir. (Bunu “rasyonel” bulmayanlar olacak fakat son günlerde yaşadıklarımızın hangisi rasyonel ki.)
İkincisi; hükümet isterse orduyu yardıma çağırarak, sıkıyönetim ilan ederek, isterse de gizli gözaltılar, internet yasakları gibi yollarla fazla gürültü çıkarmadan direnişçileri bastırmaya çalışsın, artık Türkiye’nin büyük bir mücadelenin alanı olduğunu bütün dünya bilmektedir. Başbakanın hiçbir çözüm gösterisinin, açılım denemesinin sonunu getiremediğini, dayatmadan başka yöntem tanımadığını görmeyen kalmamıştır. Böyle bir ülkeye ne devletler ne de şirketler güvenecektir.
Bu imajın yol açacağı durumları bilmeyen yok. Sermaye girişlerinde yavaşlama hatta sermaye kaçışları ilk elde akla gelenler. Türkiye’nin notunu yükseltmeyen kuruluşlara zaten pek kızılıyordu, bu durumda not artışı için epey beklemek gerekecek gibi. Yalnızca bunlar bile döviz fiyatlarına ilişkin işaretler vermeye yeterli, ihracatçıların sevineceği, ara malı ithal edenlerin kederleneceği bir durum görünüyor. Tabii yeni yatırımların da zorlanacağı açık.
Yeni yatırımların yapılmasını güçleştirecek nedenlerden biri de faiz oranlarının yükselmesi olabilir. Yine de her işte bir hayır var diyebiliriz, “kanalistanbul” gibi abuk sabuk projelere dış finansman sağlamak artık pek kolay olacak gibi görünmüyor.
Bir yandan da Avrupa Birliği ile ilişkiler zora giriyor. Bu ilişkilerin kopmasının yaratacağı etkileri sayıp dökmeye gerek var mı? Peki, olimpiyatlar İstanbul’da yapılabilecek mi dersiniz?
Bunlar baskıda, zulümde ısrar etmenin ekonomiye yan etkileri. Bu tavrın hem ülke ekonomisine hem de tek tek firmalara maliyeti olacak. Şirketler dar görüşlülükleri, hırsları ve korkaklıkları nedeniyle bu maliyete katlanacaklar. (BD/HK)
Fotoğraf: Muammer Tan - Ankara/ AA