*Görsel: A Quite Passion film afişi.
Funda Tuğrul ve İlkay Kara için
Yıllar yıllar önce, AFA yayınlarından çıkan Eviyle Evli Kadınlar Agorafobi başlıklı[1] bir kitap okumuş, kitaptan aklımda kalan imgelerden birini, çok daha sonra Amerikalı şair Emily Dickinson’ın hayatından bir kesiti anlatan A Quiet Passion [2] adlı filmde bulmuştum: neredeyse kahverengiden kirli sarıya dönen ışığı hapseden kalın yeşil kadife perdelere mıhlanan kesif yalnızlık.
Agorafobi’de, Dickinson’ın hayatının önemli bir kısmını evde geçiren bir kadın olarak bölümleştiriliyor olmasının nedeni, geçtiğimiz yüzyılın sonunda orta sınıf kadınların, hayatın döndüğü, birlikte ortak iyinin arandığı ve kuralların sürekli yeniden bozulup yeniden tartışılıp yeniden yapıldığı, estetize edildiği, oyunlaştırıldığı yerden, Eski Yunan Agora’sından adını alan, bir tür meydana, sokağa, çarşıya, arastaya çıkamama korkusuna kapılmanın yaygınlığına dikkat çekmek içindi.
Kitabın yazıldığı tarihlerde yani 1980’lerin ortalarında, Amerika Birleşik Devletleri'nde 20 milyona yakın agorofobik hastanın yüzde 80’inin kadın olduğu biliniyordu.
Bugünlerde, kadınların bir kısmı için tanıdık bildik olan bu korku, çoğu kadın için anlaşılabilir ve hissedilebilir hale geldi.
Korona zamanında pek çok kadın gibi ben de evden dışarı çıkmak zorunda kaldığımda, kısa anlarda nefes kesen bir korkuya kapıldım, şehrin havasına sinen, havada asılı kalan o korkuyu hissettim.
"Uzlaşma kabul etmez feministler"
Bu korku, kitaptan zihnime yerleşen, yukarıda sözünü ettiğim imge ile birlikte şu cümleyi de mealen anımsattı ve bu hatırlama üzerine kitabı buldum, cümle aslında bir cümleler dizgisi imiş:
“Agorafobikler, günümüzün belki de en uzlaşma kabul etmez feministleridirler. Ufak tefek bağışlar ya da sınırlı hoşgörüyle yetinmezler, tatmin olmazlar. Dış dünyada hoş karşılanmadıklarını duyumsadıklarından yabancı ve düşman saydıkları toprağa adım atmayarak gururlarını korumaya çalışırlar.” [3]
Kitabın yazarları, eski toplumların kadınları evde tutma geleneklerini korumaya adanmış modern kapitalist ve ataerkil toplumlarda, dışarıda olma korkusuna yol açan şeyin, kadınları görünür ve görünmez bağlarla eve bağlayan bağımlı kılma stratejilerinden kaynaklandığına işaret ediyorlar, kadınların zaman zaman yaşadıkları agorafobiyi “çok kişiselleştirilmiş bir oturma grevi” olarak niteliyor, “özgül duvar setlerinin ötesindeki dünyada hiçbir şekilde hoş karşılanmadıklarını bilinçli ya da bilinçsiz anlayan” kadınlara “saygı duyulması” gerekliliğine değiniyor ve bu korku halinin, içinde barındırdığı güçlü karşı çıkmanın, uzlaşmamanın, kendine kitlenmenin ve yalnızlık hakkını talep etmenin görülmesi gerekliliğini ileri sürüyor ve eve kapatılmışlık içindeki o direnme geleneğini de vurguluyorlardı.
Münzevi Emily Dickinson’ın yazdığı yüzlerce şiiri kadınlara ulaştıran o direnme geleneği, çarpıntılı eve bağımlılıktan bambaşka bir özgürleşmenin kapısının aralanmasına öncülük etti.
Suskunluğu, dilsizliği ve mırıldanmaları kadınların gündelik hayatlarına yerleştiren münzevilik hali içinde demir uzlaşmazlık çekirdeğini eritmeye çabalayan kadınlar, yoksulluğun ve erilliğin baskısına karşı ara yollar ve patikalar yarattılar. İçinde yaşanan şu günlerde de sadece acıların değil özlemlerin, gelecek düşlerinin ve ütopyaların yeniden hatırlanması, şiirinin, şarkısının, oyununun, fotoğrafının, filminin, öyküsünün yeniden tasarlanması, bütün o kas gevşemelerinin, nefes alamamaların, öğürmelerin, ağlamaların, kıpkırmızı olmaların, titremelerin, öfke sözcüklerini bulamamanın acısına panzehir olmuştur, olacaktır da…
Yer sarsılmaya devam ediyor
Tekinsiz dışarısı fikrine çok alışık olsak da, ona yapışan ölüm korkusu ile birlikte ancak huzursuz bir ruhun kendini hapsettiği ev duvarlarının bizi koruyabildiği sanrısı ateşlenmiş olduğu için birlikte olunabilen her patikada ve sokakta kendimizi arayıp bulamamanın boşluğu, yani bir araya gelememe, ortak korkumuzu aşmak için yan yana duramama sorunu ile karşı karşıya kalındığı ve distopik bir dünyanın içinde yaşandığı da, korkularımızı gidermek üzere elele tutuşamadığımız da aşikar.
Bu boşluğun kenarına ilişmek için yapabildiğimiz hayali bir ortaklığa ait hissetme yollarından birine, yani yazıya gidişimize aşağıda değineceğim ama geçerken, bütün yollar kapalı iken, bir kez daha pazarda, sokakta yaşanan kalp çarpıntılarının kaçıp sığınılan bir yer olarak evin tekinsizliğine zemin oluşturan erkek şiddetinin yoğunluğunun altını mor kalemle bir kere daha çizmek istiyorum.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun mart ayı raporunda, salgının resmî olarak ilan edildiği 11 ile 31 Mart 2020 arasında 29 kadının öldürüldüğü açıklandı.[4]
Haber edilen erkek şiddetinin çetelesini tutan bianet'e göre[5], şiddetin yüzde 40'ı ev içindedir, haberlerde şiddet nerede işlendi sorusuna verilen bilinmiyor cevabının yüzde 28 olduğunu bilerek bu oranın bir kısmını da tahmini olarak buraya aktarabilirsek, evin bir şiddet ortamı olmaklığından ölüm kol gezerken bile sıyrılamadığı açıkça görülür.
Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün açıklamasına göre, federasyona gelen ev içi şiddet ile ilgili ihbarların yüzde 100 artmış, daha önce nitelenemeyen komşu ihbar bildirimleri de hem kategorileştirilmiş hem de bu ihbarların yüksek oranda olduğu tespit edilmiştir.
Demek istediğim, evin bir sığınak olduğuna ilişkin bunca söze rağmen, gerçek, çoğu kadın için ev kalınacak güvenli yer olmaktan her zamankinden daha uzak ve onların sığınma evi ve otel taleplerinin hiç olmadığı kadar acil olduğudur.
Yazı evi değiştiriyor
Daha çok eğitimli orta sınıf kadınların evlerini sığınak olarak görmelerinin nedeni, evde ev işlerinden başka bir iş ile uğraşabilmelerinin mümkün olabilmesidir. Korona günlerinde ve epey öncesinde evden çalışmanın yaygınlaşması, geride bıraktığımız yüzyıllarda neredeyse sanatsal bir nitelik kazanan ev içi kadın çalışmasını tamamen farklılaştırmıştır.
Yeni yüzyıl ile birlikte, mekan tanımaz yeni teknolojileri ve zamana meydan okuyan yeni araçlarının da yardımıyla, kadınların da kendilerine hayli yer açabildikleri ve “eğitimli” masa başı çalışanını istihdam eden eskinin hizmet sektörü ev içine yerleşmeye başlamış, evin sadece yeniden üretimin mekanı olarak tayin edilişi artık önemsiz ve etkisiz kılınmıştı.
Bilgisayarın başındaki Emily Dickinson’lar artık yazının koruyucu kanatları altında yapayalnız değillerdi, kalabalık ağların tam da ortasında kendilerine ait odalarındaydılar, korona zamanlarında zoom aracılığıyla şiir okuma günleri, saatleri yapabiliyorlardı.
Sanki online perileri, birlikte yapılan her türden işe, insanın ortak yapageldiği hemen hemen her etkinliğe ellerindeki sihirli değnekleri değdiriyor, yıldızlarını bırakıyordu.
Sadece dersler değildi online yapılan, danstan yogaya siborg nefes[6] aracılığıyla kadınlar birbirlerine değmenin yeni yollarını keşfediyorlardı.
Artık hayali cemaatlerin değil siber ortaklıkların içinde yaşarken, bu yaşamayı mümkün kılan eylem olan yazı yazmak da değişmişti.
Oysa neoliberal olmaya yönelmiş 1980’lerin başında, kadınlara yazma gücü aşılamaya yönelen her metin, onların yazma zorluklarını sorunsallaştırıyor, “benim için yazmak zordu” cümleciği ile başlıyordu.
40 sene içinde yaşanan hızlı değişimin olağanüstülüğü, bir olağanüstü zamanda, yaşadığımız şu günlerde, daha apaçık bir hale geldi, yazmak artık çok teknik çok pratik bir işti.
Bütün teknik işler gibi de çok öğretilebilirdi. Her türlü yazım biçimini öğretme yollarındaki genişleme ve bunun sonuncu ortaya çıkan yeni yazma mecraları kadar yazı türlerindeki çoğalma ve nerdeyse konuşmanın yerini alan yazının son yirmi yıl içindeki yaygınlığı, kadınların korkusunu aldı götürdü.
Carolyn Heilbrun, Kadının Özyaşamını Yazarken...’de 1970’lerin sonralarından itibaren, feminist hareketin ivmesiyle kadınların otobiyografi ve biyografi yazınında geride kalmışlıklarının öcünü mislisiyle almaya yönelmelerinin [7] üzerinden henüz 20 sene geçmişken, 2014’te A Graphic Guide to Writing yayınlanır[8].
Daha çok üniversite öğrencilerinin yazabilmelerini mümkün kılmak için hocaları tarafından yazılan-çizilen bu kitap, grafik ya da görsel yazımlı diğer kitaplar gibi yeni bir ikonografik anlatım aracılığıyla “kendine ait oda”da “ilham perileri”ni beklemenin anakronikliğini anlatmakla açılıyor, gereğinden çok enformasyonla sarıp sarmanlanmış dünyada, amacının görsel metinler oluşturmanın geometrisiyle, konuşmanın sarmal işleyişini yazının kanıtları belgeleme ve ikna etme tarzıyla buluşturup, yazı ve çizim dilini öğretmeyi hedefliyordu.
Yazmak için grafik rehber, yazma inceliklerini kolayca gençlere kavratmayı planlasa da, benzeri kitaplar artık yazının çoklu diğer görsel ve işitsel metinlerle (örneğin fotoğraf, digital sayfada video, müzik klipleri) içiçe geçmişliğini örnekliyor, ayrı bir tür olarak grafik yazı türlerini çoklaştırıyordu.
Aralarında Türkçe'nin de olduğu birçok dile çevrilen Alison Bechdel’in Annem Sen Misin?’in[9] kısa zamanda bu tarzda kült romanlar arasına girmesi dahi kadın yazarların yenilikçi alanlarda daha kolay parıldadıklarına bir karine oluşturuyordu. Kadınlar bu yazım tarzında bu defa erken hamle yapabilmişler, yazar olarak metinlerini dijital ortamlara ve matbaalara taşımışlardır.
Evde, genç kadınlarca yazılan “İlk romanlar”ın dünya ölçeğinde izlenen popüler başarısı ilk roman türü (debut novel) diye adlandırılan bir türün oluşmasını mümkün kılmış, bloglarında yazan genç kadınları matbaalara ulaştıran kısa yollardan biri olarak ünlenmiştir.
Nasıl popüler edebiyat dergileri kamuya seslenmenin bir zeminini güçlendirmişse, blog yazarlığı da ortaklık ve karşılaşma duygusunu yazı pratikleri ile birleştirmiştir. Otobiyografik yazım kendilik anlatısını coşturmuş, yaşam anlatıları bir türün sınırlarına sığamamış, bir önceki yüzyılın günlük ve mektup yazımını baş tacı eden feminist anlatılar, onların izinden giderek “kamusal günlük” kavramını icat etmişlerdir.
Ev içi yazma ile ev dışında yazma pratikleri arasındaki bu yakınlaşma yaratıcılığın da yazmanın da doğasını değiştirmiştir. Yazı, artık farklı yazınsal formlar arasında mekik dokumakta yeni ses ve görsel cümleleri kullanmaktadır.
Haz Çoğalması
Yazmanın yaratıcılık ile bitişip öğretilebilir yazma pratikleri ile köklenmesi geçtiğimiz 20 yıl içinde daha derine ulaştı. Yazarların üniversitelerde verdikleri derslerle başlayan entelektüel çalışmalar kısa zamanda atölyeler olarak adlandırılıp, dış mekanda fikir işçisi olarak çalışmanın imgelerini yüklense de özellikle ağ ortaklıklarında, dijital sayfaların kolaylaştırıcılığında gündelik hayatın yazımı yaygınlaştı ve e-literatür ve dijital hikaye anlatıcılığı oluştu.
Yaratıcı yazarlık atölyelerinde kendi hikayesini anlatma cesareti bulan kadınlar, bu cesaretle çoğu zaman had bilmezlikle suçlanma pahasına eski yazı dilinin sınırlarını ihlal ederken, yaratma cesaretinin cinsiyetlendirilmiş toplumlardaki eşitsiz dağılımı gözler önüne serip, peri kızı masallarıyla bezeli yazma pratiklerini sırdaş gruplarda altüst edip, eskisine hiç benzemeyen öfke ve ayıp sesleriyle karışmış bir mahremiyet anlatısı oluşturuyorlar, yazamama endişelerini ve yazdıklarının değersiz bulunması kuşkusunu birbirlerine aktarıyorlar, iyi edebiyat-kötü edebiyat tartışmalarının yanıtları sosyal medya üzerinden sürerken daha çok sayıdaki insan yaratıcı yazarlık atölyelerine katılıp yaratıcı yazmanın hazzını yaşamak istiyordu.
Gülayşe Koçak, ikinci baskı yapan Yaratıcı Yazmanın Hazzı adlı kitabında[10], 2003 yılından bu yana sürdürdüğü yaratıcı yazarlık atölyelerinde karşılaştığı “yazma sorunlarını” kolaylaştırabilmek amacı ile, başta edebiyat öğretmenleri olmak üzere “hevesli kişiler” için yazdığını vurgulamaktadır.
Yazar ayrıca kendi deneyimlerini anlatmanın önemine işaret etmekte ve özellikle bu metnin yazı teknikleri öğretme rehberi olmadığının altını çizmektedir.
“İçimizin gerçek sesi”ne ulaşma yolu olarak nitelediği yazma eyleminin özgürleştirici potansiyeline dikkat çeken Koçak, mesleki deneyimler, kişisel anılar ve atölyelerde karşılaştığı yazma sorunları olarak öbekleştirebileceğim kısımlar arasına ev ödevlerini ve arkadaş ve atölye katılımcılarının yazma pratiklerine ilişkin tematik metinleri yerleştirmiştir.
Yazarın gündelik hayatı ve duygulanımları başta olmak üzere yazamamayı kuşatan engellenmişlik anlatılarına yer veren metin, olağan hayatı çerçeveleyen, farkına varmamak, ezbere düşünmek, kalıplara uymak ve zihin oyunlarına izin vermemek gibi sıradan tutumların kişinin kendini ifade etmesi önünde setler oluşturduğu inancındadır.
Yazma alışkanlıkları edinimi ve sürdürülebilmesi yani disipline edilmesi yoluyla bu setlerin yıkılabileceği iddiasını metnin merkezine yerleştiren yazar, düşünmenin baskıcı ve iktidar yüklü toplumsal bağlardan kurtulduğu o anı yazının “sıfır noktası” olarak işaretlemekte ve tüm ön yargılardan mümkün olduğunca kurtulunan o anı, yazıya başlama anı olarak seçmektedir.
Deneyimlerin yazılması ile kazanılan farkındalığın yazma büyüsü yarattığını vurgulayan Koçak, eşitsizlikçi toplumsal sistemlerde bu büyünün ne kadar kolay bozulduğunu da örneklemektedir.
Yazarın kendisi de yazarak kendini iyileştirme, “yutkunabilmesini” mümkün kılan kendini keşfetme sürecinden geçmiştir. Bu deneyimi, yazmaya yönelmenin zeminine yerleştirme yeni yazarlık deneyimlerinin kesiştiği nokta olarak gözükmektedir.
Biyografi yazınından kendine yardım kitaplarına kadar uzanan geniş yelpazede “kendini iyileştirerek keşfetme” retoriği merkezi bir konuma yerleşirken bütün yazı türleri bu deneyimi kuşatan pratiklere ve duygulara yönelmiştir.
“Saçmalama” pratikleri ile zihnin sınırlarını yazarak genişletmeyi seçen neredeyse ortaklaşılmış yazı, saçmalamayı bile kendine saklamamanın rahatlığını evde bulmaktadır.
Ev hali, çocukluk ve genç kız anıları, anne ve babaya ilişkin hesaplaşmaların “kırılgan geçmişlerin” dökümü de repertuarının vazgeçilmez parçacıkları olarak tayin eden kadınların yazdığı farklı anlatı türleri, karşı çıkmaları, haddini bilmemeleri, oyun bozanlıkları, gücenmeleri, hayal kırıklıkları, inatçılıkları, kısıtlanmışlıkları yoğunlaştırıyor, ortak belleği ve kolektif kimlikleri güçlendiriyordu.
Kim bilir belki bu yol, yeni zamanlarda yeni bir biz olmanın potansiyelinin ortaya çıkmasına aracılık edecek, hem kendini hem de zorbalıkları ve eşitsizlikleri keşfe adanmış, feminist içgörü ve farkındalıkla dirsek temasında olan ev içi yazarlık, o muazzam bireyselliğinden, tanrısal sıfatlarından, bir sınıfa ve bir cinse aitlikten kendini kurtaracak, kadın dilinin temel taşlarından biri olacaktır. (EK/APA)
[1] Robert Seidenberg ve Karen De Crow, Agorafobi Eviyle Evli Kadınlar, Afa yay., 1988, İstanbul. Kitap hakkında bir yazı için bkz: Yeliz Kızılarslan, “Eviyle Evli, Agorafobik Kadınlar: Emiliy Dickinson,” Biamag Cumartesi, 2008, İstanbul (bianet.org)
[2] A Quiet Passion, 2016, yönetmen Terence Davies. Film Türkçe’ye Sessiz Bir Tutku adıyla çevrilmiştir.
[3] Seidenberg ve De Crow, a.g.e., s. 15. Yukarıdaki paragrafta tırnak içinde verilen ve bu kitaptan yapılan alıntılar 15-55 sayfalar arasındadır.
[4] “Korona Günlerinde Kadına Şiddet: Bahaneler Arttı” ve “Kadın Örgütleri: Şiddet “Salgın’ Gibi, Acil Önlem Şart” manşetleriyle 24 ve 25 Mart tarihinde Evrensel gazetesinde yer alan haberler için bkz: www.evrensel.net (Erişim: 15.04.2020).
[5] Mart ayı da dahil olan şiddet haberleri için tutulan ve grafiklerde içeren çetele için bkz: “Erkek Şiddeti Çetelesi,” www.bianet.org (Erişim: 15.04.2020).
[6] Siborg nefes tamlamasının ilk kelimesi siborg elbette Donna Haraway’den alındı. Haraway, Siborg’u şöyle tanımlamaktadır:” Siborg, kısmiliğe, ironiye, mahremiyete ve sapkınlığa denebilir ki kararlıkla bağlanmıştır. Dolayısıyla siborg muhalifti, ütopyacıdır ve masumiyetle hiç alakalı değildir. Yapısı artık kamusal(özel karşıtlığıyla belirlenmeyen siborg, kısmen oikos, yani hanede gerçekleşen bir toplumsal ilişkiler devrimine dayalı teknolojik bir ‘polis’i tanımlar. Donna Haraway, Siborg Manifestosu, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006, s.6.
[7] Carolyn C. Heilbrun, Kadının Özyaşamını Yazarken, çev. Yurdanur Salman-Gülşat Aygen, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 1992.
[8] Elizabeth Losch ve diğ., Understanding Rhetoric. A Graphic Guide to Writing, Boston ve New York: Bedford-St. Martins, 2014.
[9] Alison Bechdel, Annem Sen misin?, çev. S. Bilge Mutluay Çetintaş, Ankara: Bilgesu yay., 2014.
[10] Gülayşe Koçak, Yaratıcı Yazmanın Hazzı, İstanbul: Alfa yay., 2013.