Nadire Mater bir ay önce bize, bana ve Sevda Alankuş’a, neredeyse aynı posta ile beş kitap gönderdi. Bu kitaplardan biri Arlene Voski Avakian’ın Arslan Kadının Mirası, diğer dördü ise Zabel Yesayan’ın kitapları idi. Yesayan ile Bir Adalet Feryadı aracılığıyla tanışmıştım.[1]
Ayizi’nde, 2011’de yaptığım ilk biyografi atölyesinden bu yana benzer atölye ve derslerde bu kitabı, hep başvuru kitabı olarak yanımda tutmuştum. İmparatorluğa özgü kimlik çoğulluğunun taşıyıcısı olan Osmanlı kadınlarının yaşam öykülerini anlatan ender Türkçe kitaplardan biri olan bu kitapta, hayatlarına dair biyografik anlatılar kurulan beş kadının biyografisini okuma arzum hala devam ediyor.
Onlardan biri tabii ki hemen tahmin edebileceğiniz gibi farklı anlatı türleri arasında mekik dokuyan Yesayan, diğeri ise yakın tarihin çeşitli evrelerinde kadın gazetecilerle ilgili bir metin okuduğumda aklıma gelen Hayganuş Mark. Kim demiş akademik yönelimlerimiz bazı arzularımızı tayin etmez diye. İletişim fakültelerinde uzun zaman çalışırsanız, kadın gazetecilerin biyografilerinin neden bu kadar az olduğu sorusunu her fırsatta sorma ihtiyacına yenik düşersiniz böyle…
Osmanlı kadınlarının dostluğu
Bir Adalet Feryadı’ında yer alan Hasmik Khalapyan’ın “Kendine Ait Bir Feminizm: Zabel Yesayan’ın Hayatı ve Faaliyetleri” başlıklı çok öğretici metni, bir hayat anlatısının içerdiği duygu çeşitliği ile zenginleştirilmiş, farkındalık patikalarıyla çevrelenmiş deneyim yoğunluğunun ve öz bilinçlilik etrafında kurulan, okuyucusunu da ısrarla yaşanmışlığın gerçekliğini sorgulamaya sevk eden yaşam öykülerini okuma isteğimi kışkırtmıştı bir kere...
Yesayan’ın öz yaşam öyküsünü besleyen anlatı türlerine çok yakın duran, Yıkıntılar Arasında, Sürgün Ruhum[2] ve Silahtar’ın Bahçeleri isimli üç kitabı bu isteği bir nebze yatıştırdı ama siz de benim gibi, XX. yüzyılın hemen başında, İkinci Meşrutiyet ile gelen o geçici aldanış zamanlarının birinde, Osmanlı kadınlarının aralarındaki ilişkileri, farklı “milletlere” mensup olmalarına karşın yan yana gelme çabalarını, birbirlerine seslenme biçimlerini ve edebî bir kamusallığı nasıl politik bir kamusallığa, bir kadın kamusallığına dönüştürdüklerini, birbirleri hakkındaki düşüncelerini hangi biçimde ifade ettiklerini, narodnik hareketlerle bağlantılarını ve sosyalist mücadele için dillendirdikleri sözlerini ve illa da feminizmlerini daha çok öğrenmek için hala bekleyenlerdenseniz, size “ama Osmanlı kadınlarının hayat hakkı hikâyesi yeterince anlatıldı” diyenlere ancak acı bir tebessüm ile cevap vermeye başlarsınız.
TIKLAYIN-Bir Öncü Ermeni Kadının Kaleminden Adana Katliamı
Zira belki siz de benim gibi birkaç saat önce, şair Siranuş Tanielyan Hanımefendi ile beklenmedik bir şekilde tanışmış, “geçmişten kopuk, gelecekten yasaklı” bir “sürgün yoldaş”lığını yaşamanın yarattığı hisleri anlar gibi olmuş, Yesayan’ın peşinden gelen gül kokusu sarhoşluğunun sizi de etkilemesine izin vermiş, “minderlerin üstünde, tepsilerde, masalarda istiflenmiş gülleri” mevsiminde yani Mayıs’ta keşfetmiş gibi, “muazzam bir nur ve renk debdebesine” bürünmüş İstanbul sokaklarında kadın dostluğunun dolaşımının hakikiliğine bir tarih notu düşmenin yetersizliğini düşünürsünüz.[3]
Tebessümdeki acılığın başlıca nedeni, “gâvur hürriyetimizin”[4] hikâyesini ancak yüzyıl geçtikten sonra öğrenebilmemizin bedelinin üzerini örten romantik perdelerin güzelliğine kapılmamak gereğini akılda tutma mecburiyeti[5] ise, ikinci nedeni hürriyet mücadelelerinin “gâvurluğu” ile uğraşmanın hâlâ sorun olmaya devam etmesidir.
"Son Osmanlı yurttaşı"
Kadınların hayat hakkı arayışları hâlâ devam ediyorsa, adalet için hâlâ feryat ediliyorsa, bunda, “Yesayan’ın yurttaşlık hakları mücadelesinin içine yerleştirilen anılarını bunca geç öğrenmenin payı yok mu?” sorusunu soran Marc Nichanian’a katılmamak mümkün mü? Yesayan, 1909 yılında yaşanan Felâket’in öksüz ve yetim bıraktığı çocuklara bir yuva vermek, onların Ermeni toplumunun gözetiminde büyümelerini sağlamak için bir yetimhane kurmak amacıyla Adana ve civarında olup bitenlere tanıklığını bir yıl sonra kaleme almıştı. Ermeni Patrikhanesi tarafından gönderilen ikinci heyetin bir mensubu olarak çalışmalarının en ince ayrıntılarını betimlerken “son Osmanlı yurttaşı” olmasının gereğini yerine getirdiği gibi sözünü de kurmuştur: “Onlar, isyan ettiren adaletsizliklere rağmen hâlâ tüten yıkıntılar üzerinde yükselen darağaçlarına rağmen, sarsılmaz bir inançla, körü körüne ve içgüdüsel olarak kanlı, paramparça varlıklarını tüm ilerici dalgalara katacaklardı, böylece vatanı tehdit eden en büyük tehlikeye, her ne yeni hal ve kılıkta olsun diktatörlüğün hortlamasına karşı dimdik duracaklardı.”[6]
"Demokrasi sunağında kurban"
Yukarıdaki satırlara sinen yurttaş kadın heyecanının sadece Sultanahmet meydanında bulunabileceğini sananlar, cümlenin sonundaki vurguya kulaklarını kapatanlar olabilir mi sizce? Ermenice’nin bütün lehçelerini bir şair gibi betimleyen[7], tarihi bir krallığın izini sürerken heyecanlanan, yaşadığı şehrin vapur iskelelerinin her birini ayrı ayrı betimleyen son romantik sürgünlerden biri olan Zabel Yesayan’ın “felâketzedelerin mührü”nü bu satırlara vurabilmesini mümkün kılan, onun demokratik yurttaşlık zemininde tanımlanabilecek olan bir inanca bağlılığıdır.
Bu görüşü vurgulayan Nichanian, Ermenilerin “ırkçı düşünceden arınmış bir devlet uğruna katledilip demokrasi sunağında kurban” edilmelerinin bu inanç uğrunda ödenen bir bedel olduğunun altını çizmektedir. Böyle bir bedel, Kilikya’da ödendikten sonra, bir kere daha 1915’te katmerlenerek ödettirildikten sonra geriye demokratik yurttaşlık anlayışı kalabilir miydi? Milliyetçiliklere ve ırkçılıklara bulanmış yurttaşlık, kadınları yasalar önünde ve kâğıt üzerinde eşit yurttaşlar haline getirebilirdi belki ama, tek bir dile, tek bir millete, tekçi bir devlete dayalı yurttaşlık yaşama hakkına yönelik saldırıyı engellemezdi.
İşte bir yüzyıl sonra Meliha Nuri Hanımlar canlarıyla bir bedel ödüyorlarsa, bunda, inkâr histerisine tutulmuş hemşire hanımın, ısrarla devletlû Celâleddin Beye körkütük âşık olmasının bir katkısı vardır. Bu körkütük aşkın affedici bir yanı olduğunu düşünen aklı başında bir kadın kalmamıştır ama, kadınlar arası ilişkilerin sınıf, ırk, etnik köken, milliyet engellerini atlamakta çok zorlandığını kabul etmenin politik zorlukları hâlâ devam ediyor.
Politik tanışıklık
Bu politik zorlukları kısmen de olsa aşabilmeyi mümkün kılan duygusal ortaklıkları anlayabilmenin en önemli yollarından biri, farklılık deneyimlerini düğümleyen anların hafızasını canlı tutan anlatıların yeniden okunabilmesidir. Farklı kadınlık biçimleri arasındaki anlama sorunlarının giderilebilmesi için unutulmuşluğa karşı mücadele deneyiminin duygu arklarını kuran feminist öz yaşam öyküsü ve yaşam öyküsü, sadece edebi bir tat sunmakla kalmaz aynı zamanda politik tanışıklığı artırır.
Yesayan’ın 1935 yılında yazılan, Türkçe’ye 2006’da İngilizcesinden çevrilen, onun otobiyografisinin ancak bir kısmını içeren Silahtarın Bahçeleri’nin yarım kalmışlığının Türkçede devam etmesi elbette tesadüf değildir.[8] Politik tanıma ve anlama girişimi önündeki barikatların yüksekliği, kitabın kapağında kullanılan fotoğrafta saklı gibidir. Zabel Yesayan’ın Halide Edip ile zamandaşlığının[9] altı sanki bir imge yardımıyla çizilmek isteniyormuş gibi kitap kapağında kullanılan mor salkımları çevreleyen derin karanlık, Yesayan’ın farklı dillerde basılmış biyografilerinin çevrilemeyişinin ya da otobiyografisinin yarım kalma öyküsünün Türkçede yayımlanmayışının nedenini de ortaya koymaktadır.
Farklı kadınlık deneyimlerini kadın politikalarının içine yerleştiren tarihin geç yazılışına sebep olan ulusalcılık ile hesaplaşmanın hep ertelenir olması, bu geç kalışın sadece bir zaman meselesi olarak görülmemesi gerektiğini göstermektedir. Buna ek olarak, feminist politik duruşun gerektirdiği kendi duygusal arayışlarını bir farkındalık hamuruyla yoğurmak ile ilişkili bir gecikmişlik de söz konusudur. Fethiye Çetin’in Anneannem’i olmasaydı ya da onu Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin’in Torunlar’ı takip etmemiş olsaydı, keşfedici hayat pratikleri içine sinen umudu ve birlikte olabilme isteğinin Yesayanvari yoğunluğunu fark edebilir miydik sizce?[10]
Avrupalı sürgün
Yesayan’ın zamanı iki önceki yüzyıla aitti. Her ne kadar sürgün deneyimine dair ifadelerinin tazeliği, onun zamanını bugüne getiriyorsa da o Avrupalı/Avrupa’da bir sürgündü. Üniversite okumak için gittiği Paris, Avrupalı birinci dalga feminist hareketin burjuvalığına ilişkin eleştirileri, onun kendi memleketindeki kadınların muhafazakarlığına yönelik itirazları ve emperyalizme karşı duruşuyla birleşince, 1915 sonrası yorgunluğuna yenilmeyen bedenini ara sıra dinlendirdiği bir kent oldu.
1933’te bir daha dönmemek üzere ayrıldığı bu kent, yeni ülkesine, Sovyet Ermanistanı’na geçiş yapmasını kolaylaştıran Bakü, Moskova ve Erivan ile birlikte onun coğrafyasının ve zamanının sınırlarını belirledi. “Doğduğu ülkede sürgün” olmakla başlayan “Sibirya sürgünü”nde sona eren hikâyesi, sadece bir yerinden edilmişliğin hikâyesi değildi. Aynı zamanda sürekli bir ev kurma isteğinin, elde avuçtakilerle hazırlanan şahane yemeklerin, bir ud sesine dalıp dalıp gitmenin, muhacir tutumluluğu ile savurganlığı arasındaki gidiş gelişlerin, derin unutuşlar ve ani hatırlayışların, kaybetme ve ölüm ile nerdeyse gündelik bir yakınlık kurmanın, dilsiz kalışların da hikâyesiydi; sanki sürekli bir annesizlik hikâyesi gibiydi.
Bir başka anneannenin hikayesi
Oysa Arlene Voski Avakian’ın yaşam öyküsü, 20. yüzyıl öyküsü, aynı yüzyılın başkenti New York’ta başlayan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu kentlerinde, özellikle üniversite kentlerinde, arkasına ikinci dalga feminist hareketlerinin estirdiği rüzgârı alarak devam eden öyküsü. Bir zamanlar göçmenler ülkesi olarak anılan bu ülkede “Nasıl Amerikalı olunur?” sorusuyla yetinmeyen bir genç kadının, ırkçılık karşıtı hareketlerin içinden geçerek feminizme ulaşan kadın yürüyüşünü bize ulaştırmakla kalmaz, bir başka anneannenin hikâyesini duymamıza aracılık eder.
Elmas Tutuian/Tutuyan, 14 yaşına giren kız torunundan, “yavrus”undan, “bütün dünyaya anlatma”sını da isteyerek kendi hayatının hikâyesini, zorunlu göçün hikâyesi ile birleştirerek öykülerken, “kendi seçkin ailesi”ni, evlerini terk etmeye, dinlerinden feragat etmeye zorlanmanın ağır yükünü ve oğullarının Türkleştirilmesi gerçeği ile yüz yüze kalmanın tahammül edilemez acısını genç bir omuza yüklediğini düşünmez ama bu zorbalık ve şiddet dolu hikâyenin ağırlığı anneanne ile torun arasına bir kıta koyar.
“Kıyımdan önce”ki hayatın bolluğuna, bereketine, tadına ve tuzuna el konulmasının yarattığı çaresizlikten kaçan genç torun, bu hikâyeyi unutmaz ama kendisinin kolay kolay hatırlamasına da izin vermez. Anneanne hikâyesinin acılığını teyzenin mutfağı telafi eder, Ermeni yemek kültürüne bağlılık kitabın ana eksenlerinden biridir ki, aynı tür bir yemek kültürü aracılığıyla birbirine bağlanmayı Yesayan’ın otobiyografik anlatılarında da okuduğumuz için kadın dünyasının mutfak önü sohbetlerinde biriken geleneği de hemen tanıyıveririz.
Avakian'ın mücadelesi
Üniversite kampüslerinde eşitlik taleplerinin baş döndürdüğü o 68’li yıllarda, iki küçük çocuk büyüten, 30’larında bir genç kadının, Sivil Haklar Yürüyüşü’ne katılmakla başlayan karşı çıkma pratiği, örgütlü muhalefet içinde yer alma girişimleri ile çoğalacak, Avakian’ın yaşam öyküsünün başka bir eksenini oluşturacaktır. Ben bu ekseni kadın çalışmalarının üniversitelerde örgütlenme hikâyesi olarak niteledim ve “keşke Türkiye’de kadın çalışmalarının örgütlenme biçiminin gayri resmî serüveni yazılsa da okusak” düşüncesi eşliğinde, kitap boyunca bu ekseni takip ettim.
TIKLAYIN- Elmas Tutuyan ve Arlene Avakian: Aslan Kadınların Mirası/ Ayşe Gül Altınay
Avakian’in meslektaşlarıyla birlikte ders içeriği oluşturma tartışmalarını, siyah ve beyaz öğretim üyesinin ortaklaşa verdiği derste karşılaşılan sorunlara değinilerini de içeren birlikte ders yapmanın zorluklarını, öğrencilerle gönüllülerin katılımının yaygınlaştırılmasını, bölüm içi hiyerarşik konum gerilimlerini, küçük ihanetleri, olağan yalanları anlattığı kısımlarda, kadın çalışmalarının kadın hareketinin bir uzantısı olması, “mücadelenin akademik ayağı” olması gereği üzerinden kurması, yani eleştirel olana karşı akademik direncin derinliğini betimlemeye çalışması elbette şaşırtıcı değildir: “Toplantılarımız esnasında bile Kadın Çalışmaları Programı’nın potansiyel olarak bile olsa, akademinin dışındaki kadınlara karşı tutum ve davranışlarda en ufak bir değişiklik yaratabileceği fikrinden huzursuz oluyorlardı.
Eleştirel duruş ve dans
Öğrenci-öğretmen ilişkisinin eşitlenmesine ya da öğrenci deneyimlerinin ders malzemesinin meşru bir parçası haline getirilmemesine ilgisiz kalanlar da mevcuttu”.[11] Avakian’ın Cornell Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümünde yönetici müdür pozisyonunda çalışırken, 1970’lerin hemen başında, farklı üniversitelerdeki “yenilikçi, deneysel ve disiplinlerarası” kadın çalışmalarının ortaklığını sağlamak için düzenlediği “hayatı kutsayan” bir festivalin kapanışında, “âyin”e benzeterek anlattığı o dansın coşkusunu 50 sene sonra hissedilebilmek için, belki Kariye Müzesi’nin bahçesinde, 1987 yılında “Bağır Sesini Herkes Duysun” diyen şenliğin müziğini de duymuş olmak gerekirdi diye düşündüm.
TIKLAYIN- Kastamonulu Elmas Hanım'ın Torunu Arlene'in Yolculuğu/ Füsun Ertuğ
Buna bağlı olarak, Avakian’ın kadın çalışmalarının üniversitede eleştirel bir duruşla, ancak bir şenlik havası içinde dansla, müzikle varlığını pekiştirebileceğine dair inancını paylaştığımı söylemeden de geçemeyeceğim.
Sırlara duyulan öfke
Bu yaşam öyküsünü okumamızı mümkün kılan kaldırım taşlarını anlatırken Avakian, yüksek lisans yaptığı tarih bölümünde alacak ders bulamadığı için Afro-Amerikan Çalışmaları bölümünden “Siyah Kadınlar” ve “Afro-Amerikan Müziğinde Devrimci Kavramlar” derslerini alarak, Do geçmişi gizleyen sırlara duyduğu öfkeyi yeniden keşfeder.
Bu öfke fırtınası sırasında annesinin gönderdiği kitaplardan biri olan, Michael Arlen’in (Dikran Kouyoumjian) otobiyografik bir çalışma olan Passage to Ararat’tan etkilenerek “eksik bir parça”sını tamamlamaya yönelir. Anneannesinin kolunu nasıl tuttuğunun sevgi dolu hikâyesini anlatarak, bir yandan öfke, nefret, bulaşıcı hastalık, yoksulluk, açlık ve kimsesizliğin diğer yandan da yardımlaşma, dayanışma, ev kurma, çocuk yetiştirme ve kök salmanın Ermenicesini bizim de hissetmemizi sağlar.
Annelik
Avakian’ın otobiyografik anlatısının ana eksenlerinden biri de anneliğin kadın hayatındaki merkezi yeri üzerinedir. Biri kız diğeri erkek iki çocuğun yaşam dönemeçlerini anlatırken anneannenin kızlarına, kızların da yazara aktardığı koruma ve özen gösterme pratikleri zincirine bir halka eklemekle kalmaz aynı zamanda kitap boyunca büyüme serüvenine okuyucu ortaklığı da sağlar.
Sadece kendi çocuklarına yönelmeyen bu şefkat anlatısı, Aslan Kadın’da evlerinde kiracı olan genç bir asistanla kurulan neşeli ilişki de Martha ile kurduğu dostluk anlatısında da ortaya çıkmaktadır. Kendi cinsel yönelimindeki başkalaşımının ifadeleri, tıpkı eski kocasıyla kurduğu ilişkinin aşamalarını anlatırken kullandığı dil gibi itina ile seçilmiştir.
Avakian otobiyografisini okuduktan sonra, unutturulmuş zamanların aslan gibi kadınlarının cesaret dolu, cüretkâr hikâyelerini okumak isteyeceksiniz, Yesayan’ın biyografisinin Türkçe’de yayınlanmasını isteyeceksiniz, bu kitabı Fatma Aliye Hanım’ın henüz yazılmamış biyografisinden birkaç kitap öteye koyarken sanki bir özür borcunu ifa etmiş gibi olacaksınız… (EK/NÖ/KU)
[1] Hasmik Khalapyan, “Kendine Ait Bir Feminizm: Zabel Yesayan’ın Hayatı ve Faaliyetleri”, Bir Adalet Feryadı Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar, Aras yay., 2006, İstanbul, s. 167-200.
[2] Nadire Mater’in gönderdiği kitap paketinin içinde bu iki kitabın yanı sıra Meliha Nuri Hanım ve Son Kadeh isimli novellalar da vardı. Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım, Aras yay., 2015, İstanbul. Bu son iki kitap uzun öykü ile kısa roman arasında bir yerde durmaktadır. Özellikle Son Kadeh, bir nevi sürgüne kaçış-sürgünden dönüş arasındaki salınımı içinde, onun güllerle kaplanmış duygu dünyasını, İstanbul tepelerinde uzun süren alev alev bir günbatımı eşliğinde bize aktarmaktadır. Zabel Yesayan, Son Kadeh, Aras yay., 2018, İstanbul. Her iki kitap da Mehmet Fatih Uslu tarafından Ermeniceden Türkçeye çevrilmiştir. Uslu’nun Meliha Nuri Hanım’ın sonuna eklediği, daha önce Şerhh’te yayınlanmış yazısı ile Duvar Kitap’ta yayınlanmış bir başka yazısı Yesayan’ın anlama anahtarlarından olarak da nitelenebilir: Mehmet Fatih Uslu, Zabel Yesayan’ın Örtüsü, Duvar Kitap, sayı 5, 2018, s. 16-24. Kadın kamusallığının kılcal damarlarını oluşturan karşılaşmalar için çok önemsenmesi gereken, Yesayan’ın 1925’te yazdığı, 1928’de yayınlanan Meliha Nuri Hanım, “Türkçe içinde oluşmuş/ oluşacak Milli Edebiyat Kanonuna dışarıdan da olsa meydan okumakta, belki de Halide Edip’in Ateşten Gömlek’ini tersten yazmaktadır.” Mehmet Fatih Uslu, “Çanakkale’de Bir Ermeni Hekim ve Meliha Nuri Hanım”, Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım içinde, s. 65
[3] Sürgün Ruhum’da kadın kamusallığını düşündürtecek kesitler etkileyici bir biçimde anlatılmaktadır. Buradaki etkileyici bazı ifadeleri tırnak içinde metne dahil ettiğim gibi, yazarın, kitabın önemli karakteri Siranuş Hanım’ı okura tanıştırırken onu nasıl betimlediğini de ilgi çekici bulduğumu söylemeliyim. Burada sayfa numaralarını art arda ekleyeceğim, elbette metin içindeki dolaşmalar bana ait: s. 34, 38, 39, 44, 55. Sürgün Ruhum’un sonuna eklenen “Üsküdar’a Dönen Kadın” başlıklı makalesinde Mehmet Fatih Uslu, Victoria Rowe’a atfen, “Yesayan’ın Siranuş Tanielyan karakterini yaratırken Ermeni kadın edebiyatının iki kurucu figürü Sirpuhi Düsap ve Sibil’den esinlenmiş olduğu iddia”sına yer verir (s.78). Bu gerçek kişilerin hayalinin irdelenmesi aracılığıyla çok katmanlı kadın kamusallığının patikalarını gül kokusuyla bezeyen Sürgün Ruhum, ortak duygu ve ilişkileri anlatış biçimiyle yazarın diğer kitaplarından ayrı bir yere yerleşir.
[4] “Gâvur hürriyet” nitelemesi için bkz, Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Aras yay., 2014, İstanbul, s. 114. Nitelemenin bağlamını daha iyi ifade etmek için, yazarın yer açtığı, koyu kırmızı yazmalı Müslüman Türk kadınının ilenmesinin tümünü buraya aktarmak isterim, “Nerede sizin fedaileriniz, Hürriyetinizin müdafaasi? …O Hürriyetin gözü kör olsun, sizi baştan çıkardı… Sultanımızın suçu neydi? Kötülüğü neredeydi ki alaşağı ettiniz, Yerine Hürriyeti koydunuz. Sizin gâvur hürriyetiniz!”
[5] Hazal Halavut, “Zabel ile Halide” adlı, iki yaşamın farklılıklarının içinden geçirerek kurduğu yazısında, politik olarak söylenmesi gerekeni, romantik perdelerin dokusunda ellerimizle hissetmemizi sağlar. Bir yanda âni keşiflerin baş döndürücü hızında kendini bulma isteği, diğer yanda ise güzellemelerle güzel arasındaki farkı kısaltma arzusu arasında salınan entelektüel alışkanlıkları eleştiren Halavut, bu iki kadını belki zamandaş olarak kabul edebileceğimizi ama, asla arkadaş olarak göremeyeceğimizi söyler. 1909 Nisan’ında Kilikya’da yaşananlara sıcağı sıcağına tanıklık yetmezmiş gibi,1915’te yok edilecek 234 kişilik Ermeni aydınları listesindeki tek kadın olan ve o kara listeden sağ kurtulmayı başaran birkaç isimden biri olan Yesayan ile Yesayan gibi olup bitenin sorumluluğunun Abdülhamit rejiminde olduğunu düşünen ve mensup olduğu kavim adına “ruhunun gözyaşları ile ağlayan, af dileyen” Halide Edip arasındaki arkadaşlığı engelleyen “kötü şeyler”in acı taşından varlığıdır. Hazal Halavut, “Zabel ile Halide”
[6] a.g.e., s. 32. Yıkıntılar Arasında’nın yeni okurları için 2009 tarihinde bir önsöz yazan Marc Nichanian, bu felakete, bunca ölüme anlam kazandırmak için, yası olanaklı kılmak için Yesayan’ın herkesin yurttaş olacağı yeni bir vatan anlayışını kitabının önsözünde ince ince ördüğüne dikkat çeker. s. 22
[7] Yesayan,Yıkıntılar Arasında’da Ermenicenin lehçelerini betimlerken ifadeleri dille bağlanmış Alman Tarihçi Okul’un romantizminin hissedilmesine aracılık eder (s. 123). Bu romantizmi kıran, onun liberal yurttaşlık anlayışına politik bağlılığıdır. Bu çelişkinin sarmalından kurtulmak ya da bu sarmalda kalmak için Yesayan, yirminci yüzyılın başında kültürel farklılık üzerine düşünür ve yazarken, neredeyse yetmiş yıl sonra üçüncü dünya feminizmleri kavramsallaştırmalarında kullanılacak olan kültürel farklılık ve görelilik düşüncesine yakın durur.
[8] Zabel Yesayan, Silahtarın Bahçeleri, Belge Yayınları, 2006, İstanbul. Aslında bu başlıkla kitap içinde yer alan kısım, 68. ile 108. Sayfalar arasındadır, Üsküdar’da geçen çocukluğuna yoğunlaşan Yesayan, çocukluğunu bir semte yerleştirir. Aynı semt Sürgün Ruhum’un dolaştığı Üsküdar’dır. Mehmet Fatih Uslu, “bugün maalesef sadece dörtte biri elimize ulaşmış, geri kalanı kaybolmuş olan otobiyografisini de Yesayan aynı yıllarda kaleme almış” olduğunu vurgulamaktadır (Sürgün Ruhum, s. 82).
[9] Elif Şafak’ın, “Aşağı yukarı aynı tarihlerde yaşayan, aynı metaforları kullanan hatta bir romanlarına aynı ismi veren (Ateşten Gömlek) , kendi cemaatlerinin kültürel eliti içinde ön plana çıkan, kadın sorunlarına eleştirel bir yaklaşım getiren ve feminist çıkışlar yapan Halide Edip Adıvar ile Zabel Yesayan’ın hayatlarının karşılıklı, karşılaştırmalı okunmasının ve incelenmesinin” önemine değinen Silahtarın Bahçeleri kitabının Önsöz bahsini açan yazısı bir tebliğ metnidir. Bu tebliğin yarattığı etki için bkz. Hazel Halavut, “Zabel Yesayan’ı Keşfetmek ya da Bir zamanlar Felaket”
[10] Fethiye Çetin, Anneannem, (Metis, 2004, İstanbul) ve Ayşe Gül Altınay, Fethiye Çetin, Torunlar, (Metis, 2009, İstanbul) Emel Uzun ve İlkay Kara’yı yine kitapçılara gönderme pahasına, Farid Boudjellal’i de burada anmak isterim. Zira Türkçe çizgi roman türünde yayınlanan bir “nine” anlatısı içeren ilk eser olma özelliğini taşıdığını düşündüğüm bu kitapta, 1904 İstanbul doğumlu Mari Karamanyan’ın Akdeniz’e yayılmış hikâyesi tanıdık bir nine hikâyesiyle bütünleşir. Burada tanıdık nitelemesinin altını çizmek isterim. Tanışıklık, 1997’den beri anneannelerin yaşam öykülerinin bize ne söylediği sorusuna takılmama koşuttur ki, bu koşutluğun ilk evresinde Anneanne-Sırlarını Eskitmiş Aynalar, (Çivi Yazıları, 2002, İstanbul) durur.
[11] Arlene Voski Avakian, Arslan Kadının Mirası, Amerikalı Bir Ermeni’nin Feminist Olma Yolculuğu, Çev. Meral Camcı, Aras yay., 2019, İstanbul, s. 224 ve devamı. Yukarıda belirttiğim gibi, akademik işleyişin değiştirilmesi amacıyla kadınların mücadelesini yazarın aktarma biçimi sadece bu sayfada yer almamaktadır. 163. sayfadan itibaren çeşitli programlarda ve bölümlerde süren iş yaşamı boyunca bu mücadelenin izlerini takip etmek mümkündür.