Uzun uzun yürümeyi özledim. Altı sene önce bu cümleyi yazabileceğime hiç ihtimal vermezdim. Ev ile okul arası yürüme mesafesi en fazla yarım saat olmasına rağmen Yaprak Taksi ile gidip Hukuk Taksi ile dönmek bana hala isim isim yâd ettiğim birçok arkadaş kazandırmıştı ama o günlerin telaşı yürümeyi de iyiden iyiye unutturmuştu.
2014’ te kanser oldum; artık bir şeyi hiç yapmayacaktım, iki şeye de çok dikkat edecektim. Sigara içmeyecektim, erken yatacaktım ve günde en az bir saat yürüyecektim. Uzun gecelerin zifiri derinliğinde birbiri ardına eklenen sigaralar eşliğinde okumayı yazmayı uzun zamandır en tatlı alışkanlık olarak seven ben sudan çıkmış balığa dönmüştüm ve yürümeye başladım.
Girne’nin fitne kokulu sokaklarından Ankara’nın leylak kokulu sokaklarına, yürümeyi yeniden öğrendiğim sıralarda, sadece yürümenin tarihini, felsefesini, antropolojisini değil edebiyatını da yazan, labirentlerden dağ yürüyüşlerine, patikalardan kamp turlarına, yürüyüş temalı dergilerden filmlere, yürümeyle ile ilgili her temayı birbirine düğümleyen Rebecca Solnit’in Yol Aşkı adlı kitabını okudum.[1]
Şifa bulmak niyetiyle yürüyen insan kervanlarına katılmanın ortaçağdan günümüze süren hac yolculuklarının ana nedenlerinden biri olduğuna dair kısmı bitirdiğimde, iyileşmek ve iyileştirmek için yürümenin önemini neden bu kadar geç kavradığım sorusunu kendime sordum.
Dini bir kutsallığa bürünmüş yürüyüşlerden seküler yürüyüşlere geçişi mümkün kılan politik yürüyüşlerin tarihinin cazibesine (Solnit, 2016:77-121) kapılıp Solnit’in söz ettiği filmlerden bazılarını yeniden seyrederken, ortaçağdan günümüze, farklı modern kapitalist toplumlarda farklı deneyim ve anlatı çokluğunu kucaklayan yazarın, yürüme metaforları arasında sıkı yürüyüşler yaptığını, kurduğu çoklu hikayelerle okurunu seyahatlere çıkarmasını beğenerek okudum.
“Yazmak, tahayyül alanında yeni bir yol açmak ya da bilinen bir güzergâhın yeni yönlerine dikkat çekmektir. Okumaksa, yazarın rehberliğinde bu yeni alanda seyahat etmektir” diyen Solnit, yürüme güzergâhlarının her veçhesine bölümler açarken, unutulan hayatı tümlüklü anlatma ya da bir tema ile ilgili hiçbir şeyi eksik bırakmama isteğine satırlar oluşturmak için bir ansiklopedist gibi yazıyor, kimi zaman aforizmatik, kimi zaman buluşçu ifadelerle metni sürekli zevkle okunabilecek kıvama getiriyordu.[2]
Seyrettiğim filmler arasında Barış Hacısı (Peace Pilgrim: An American Sage Who Walked Her Talk, Sharon Janice, 2002) olarak da bilinen Amerika Birleşik Devletleri’nin New Jersey eyaletinde küçük bir çiftlikte büyüyen Mildred Norman’ın 1953’ten 1981’e kadar ki uzun yürüyüşünün hikayesini konu alan belgesel film de vardı.
Bu uzun yürüyüş silahsızlanma yanlısı ve savaş karşıtı hareketlere ilham vermiş, onun barış için kıtayı bir yakadan diğer yakaya her bir çiçeğin adını anarak sürdürdüğü eylemi, pek çok kadına yol göstermiştir. Dini motiflerle aranan barış, Norman’ın yaşam süresinde politik amaca ve eylemliliğe bürünmüş, hem sömürgecilik karşıtı [3] hem de siyahlara yönelik ırkçılık başta olmak üzere her tür ayrımcılık esasında örgütlenen ve daha insanca yaşanabilir bir çevre ve iklim talebini yükselten yeni toplumsal hareketler, geçtiğimiz yüzyılda kent meydanlarında ayak seslerini duyurmuştur.[4]
XIX. yüzyılın oy hakkı için mücadele eden Suffrajetler’in acılı uzun yürüyüşleri ile başlayan feminist maraton ise daha iyi bir dünya için, dünyanın neredeyse her kentinde iki yüzyıldır aralıksız sürüyor.[5]
Rebecca Solnit, tarih boyunca, neredeyse kadim Asur’dan ve antik Yunan’dan beri, kent sokaklarında istedikleri gibi gezmelerine yasak ve şart konan kadınların, bir amaç uğrunda yürüdüklerinde sokakları dar ettiklerini vurgulayarak, “kendilerine büyük bir özgürlük hissi yaşatan” devrimlere ve politik yürüyüşlere bu yüzden gönülden katıldıklarını, “cinsel ilişkiye davetiye çıkarttıklarının düşünülme olasılığını” ortadan kaldıran sokağa çıkma nedeninin ve ortak amaçlılığın kadınlara özgürlük patikaları açtığını belirtmektedir.
Kadınların yürümeleri için asla “köstek kesmeyen”[6] modern ataerkil toplum, yirminci yüzyılın sonunda bile kadınları tek başına gece yürüyüşlerine çıkartmamış, çıkanları şiddetle cezalandırmaya devam etmiş, gündelik yaşamın olağanlaştırılmış bu şiddetinin üzerini örtmek için “sokak kızı irma”lardan, “gündüz güzeli”nden veya “özel bir kadın”dan ya da “canavar”dan medet ummuş olsa da, “sokak kızı” kentlerin karanlık alt geçitlerinden geçip “yaramazlıkları” sayesinde hayatta kalan korkusuz kadınların şarkısı olmuştur. İran asıllı Amerikalı yönetmen Ana Lilly Amirpour’un Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Yürüyen Kız adlı filminde, çarşafı kanatlandırarak siyah beyaz gecelere yürüyen/patenle süzülen genç kadının dakikalarca süren görüntüsü malum ifade biçimini de değiştirdi. [7]
Kadınlara korku ve şiddet salan gece yürüyüşünü ahlaksızlıkla damgalayan her nev’iden toplum, onların gündüz yürüyüşlerine sınırlamalar getirmiş, iş yerine yürümeyi ancak XIX. yüzyılda meşru bir sınırlama nedeni olarak görmekten vazgeçmiştir. Sepetlerinin altına polisten gizledikleri gazete ve dergileri şehir içinde yürüyerek dağıtıp basın özgürlüğünün yerleşmesine katkı yapan çamaşırcı kadınlardan sokağın gözü olarak bilinen pazarcı kadınlara kadar uzanan, çok da geniş olmayan bir meslekler yelpazesi içinde hareket eden kadınlar, bu yüzyılın sonunda dokuma tezgâhlarının başındaki işlerine gitmek için yurtlardan ya da sosyal konutlardan fabrikaya yürüyüşler yapabilseler ya da görkemli parklarda şık hanımlarla birlikte kısa gezinti yapma fırsatını yakalasalar da, onları bu yürüyüşlere mahkum eden zorunluluk, ne bir güzergâh ne de bir şiir bırakmıştır arkada.
Flanöz, insanı evindeymiş gibi hissetmesine mekan olan pasajlarda dolaşmaz, “cafe”lerde oturup küçük mor defterlerini inci gibi yazısıyla doldurmaz ve “sokakta yürürken kendini tamamen bırakabilme hali”ni yaşayamaz. O modern dünyanın anahtar figürü değildir.[8]
TIKLAYIN / Kitaplar Size Nasıl Yürüyeceğinizi Söylüyor
Paris’i Jean Rhys, George Sand, Agnes Varda ve devrim, Londra’yı Virginia Woolf ve meydanlar, Venedik’i Sophie Calle ve Bienal eşliğinde anlatan, yazarların ve sanatçıların hayatlarına karışan şehir yürüyüşlerinin haritasını çıkaran, kendi deneyimlerini bu haritanın içine teğelleyerek gezi yazını patikasını başkalaştıran Lauren Elkin, Flanöz başlıklı kitabında, XIX. yüzyılın sonunda kadınların sokaktaki varlığının inkar edilemez hale geldiğini belirtip dünyanın beş büyük kentinde yürüyüşünü, şehirlerin kadın tarihinin içine yerleştirmektedir.[9]
Elkin, Paris’te dolaşırken Fransızca’nın flanörü’nün dişil kullanımını kendine yakıştırdıktan sonra, kelimenin etimolojik kökeninin İskandinav dillerinde amaçsızca dolaşan kişi anlamına gelen flana’ya gittiğini belirtip, ilk kez 1585 yılında kullanılmaya başlayan kelimenin başına, XIX. yüzyılda bir hale konduğunu, şiirden romana, Baudelaire’den Breton’a onu nasıl ihya ettiklerine dair örnekleri vermiştir.
Elkin ve Solnit’in söylediği gibi flanör erkektir ve flanözün adımlarını takip etmek ancak, XX. yüzyılda mümkün olmuştur. Şiir ve roman kahramanı flanörü elinden tutup siyaset felsefesine götüren ise elbette Walter Benjamin’dir. Solnit’in ifadesiyle “Kültürel Çalışmaların azizi” Benjamin’in (Solnit, 286), Baudelaire şiirinin içinden alıp Pasajlar’a yerleştirdiği flanör hakkında yoğun bir tartışma ve anlama gayreti sürmektedir.
Bu gayreti elbette buraya taşımayacağım, ancak Hannah Aredt’in, şu sözlerini alıntılamadan da geçemeyeceğim: “Başka kentlerin hepsi sadece gönülsüzce toplumun ayaktakımına -dolaşma, aylaklık, flanerie- izin verir gözükürken, Paris herkesi bunu yapmaya davet eder. Böylece kent, İkinci İmparatorluk’tan bu yana, geçim peşinde koşmayanların, kariyer aramayanların, bir amacı olmayanların cenneti olagelmiştir - bohemlerin ve sadece sanatçı ve yazarların değil, evsiz ya da devletsiz olduklarından- ne siyasal ne de toplumsal olarak bütünleşemediklerinden orada toplanan herkesin cenneti.” [10]
Herkesin cennetinde bu yer edinişinin üzerinden neredeyse bir yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen kadınların kentlerin belleğine kazındığını, sokaklarına ad verdiğini ve anıtsal hale getirilerek onurlandırıldıklarını söylemek hala kolay değil.
Feminist Pedagoji: Müzeler, Hafıza Mekanları ve Hatırlama Pratikleri isimli kitapta, kadın yürüyüşüne eşlik eden yalnızlık halinin kentte yayılmış sanat ile çoğalmadığı elbette sadece rakamlarla ortaya konmuyor, bu rakamların ardındaki yokluğu çözmeyi amaçlayan yeni sokak sanatları savunuluyordu: “Birleşik Krallık’taki sivil heykellerin yüzde 85’i erkek figürleridir. Kalan heykellerin yüzde15’inin sadece yüzde 2.7’si yaptığı işler için onurlandırılan gerçekten yaşamış kadınları temsil eder.” [11]
Makalenin yazarı İstanbul için de sayılar vermekte, İstanbul’un üç parkında (Sporcular, Abbas Ağa ve Şairler Parkları) bulunan altış iki heykelin sadece üçünün kadın olması, sokaklarda sadece yürüyen kadınların değil duran kadınların da görünür kılınması için mücadele verildiğine işaret etmektedir.
Sözü edilen kitapta yer alan başka bir çalışmada, bir diğerinin ayakkabısını giyip bir mil yürümeden onu eleştirmemek ve anlamak gerekliğini anlatan İngilizce deyimin bir şiir içindeki bir mısranın gücünden etkilenen küratörün parklarda kurduğu “Ayakkabımla Bir Mil” isimli sergisi anlatılmaktadır. Devasa ölçekte tasarlanmış bir ayakkabı kutusunun içine yerleştirilen, her bir toplum kesiminden toplanıp sergilenen ve değiş tokuş edilebilen giyilebilir ayakkabılar ve onların hikayeleri ile birlikte hazırlanan empati sergisi, birlikte bir mil yürümenin önemini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. [12]
Paris’te 2015 Ağustos’unun son günlerinde kadınlar, sokak tabelalarını değiştirdiler. Bu sadece yüzde 2.6’sının kadın adları taşımasına dikkat çeken feministler, kendi tarihlerindeki önemli kadın isimlerinin kullanılmamasını protesto ederken, kentsel belleği oluşturan sokak tabelalarındaki eril adlandırmanın kadınların kent içinde yürüyüşüne engel oluşturduğunu bir kez daha anlattılar.
Paris’teki bu eylemden birkaç gün sonra, daha paranın üstüne fotoğrafı konulmadan önce, Ankara’da Farabi civarında kısa ama bol ağaçlı tatlı bir sokağa adı verilen Fatma Aliye Hanım’ın torunları da zulüm ve kötülükten başka bir şey göremeyen kadınların adlarını Ankara sokaklarına yapıştırdılar.
Yine Paris’te, birkaç yıl önce, bu defa bir grafiti sanatçısı olan Prenses Hicab, bütün billboardlardaki fotoğraflarda kişileri peçeleyerek protesto için grafiti imkanının nasıl olabileceğini örneklemişti ve zaten kadın grafiti sanatçıları dünyanın pek çok büyük kentinde, park köşelerine, alt geçit duvarlarına, hayalet kentlerin terkedilmiş binalarına kadın gözünü nakşetmişlerdi. Sokak sanatının içinde önemli bir grup oluşturan kadın grafiti sanatçılarının eserlerini fotoğraflamak üzere dünyayı dolaşan Martha Cooper, bu yeni ifade biçiminin aykırılık iddiasını, kendisinin farklılığın fotoğrafını çekme iddiasıyla birleştirmektedir.
Diane Arbus’un fotoğraflarında farklı olanın, zor hayatın fotoğrafı öyle siyah beyazdır ki 1950’lerden itibaren bu fotoğraflarda, New York şehir parklarında, normal ile anormal kabul edilenin zıtlıkla tanımlanmış sınırları yok edilirken kadınlarla sokak arasındaki bağ yeni anlam kazanmasına etkide bulunmuştur.
Vivian Maier da hemen hemen aynı tarihlerde Chciago’da elinde bebek arabası ile yürüyerek fotoğraf çekip gündelik hayatın içine sanatı usulca yerleştirmiştir. Kırk yıldan fazla bir süre dadı olarak çalışarak büyük Amerikan kentlerinde yaklaşık yüz elli binden fazla fotoğrafı çeken Maier’in bütün o yürüyüşleri, kentlerin tarihlerinin bilinmesine katkı sağlamıştır.
Yukarıda Elkin’in, Flanöz kitabında Sophie Calle ile birlikte Venedik’i anlattığını belirtmiştim: Elkin’in Venedik Bianeli’nde yaptığı işleri uzun uzun anlattığı, Fransız yazar ve fotoğraf sanatçısı Calle, “Uyuyanlar”ı, “Oteller”i fotoğraflamakla başlayan işlerinden sonra özellikle Venedik’te bir dedektif gibi, Paris’te bir partide tanıdığı Henri B.’yi görsel takibini ve kendisinin de takip edilerek fotoğraflanmasını sağlayıp iki takip hikayesini birleştirip yürüyüş anlarının geçiciliğini, takip etme/edilmenin kalıcılığı ile birleştirmektedir.[13]
Gözetim altındaki dünyanın eylemi takip etmeyi dert edinen Calle, bir başka çalışmasında, Paul Auster’in romanı Leviathan’daki Maria karakterini canlandırıp Manhattan sokaklarında dolaştırırken, korkutan takipleri ters yüz etmektedir.
İpek Şahberderoğlu, derlediği Sevgi Soysal’ın Venüslü Kadınların Serüvenleri: TRT Günleri başlıklı kitabına, onun “Bir Roman Hatıratı: Yürümek” başlıklı yazısını almıştır. Bu denemenin ilk cümleleri, yürümek kelimesinin yazar için anlamını açtığı gibi, modern kentli kadının yürümesini mümkün kılan gerilimlerin çok anlamlılığına da işaret etmektedir:
“Seviyordum yürümek sözcüğünü; ilerlemeyi, değişimi, durduramaz oluşumları gözlemeyi. Kavradıklarımı belki özümleme zorluğundan, kusanlardandım, oturmuş, ufak bir roman yazmıştım. Her attığı adımı ilerlemek sanan, bu nedenle biraz erken ve çabuk yorulan bir kadının, yanlışlara yanlış ad koya koya vardığı labirent içinde, duyduğu kaçınılmaz bunalımları, belirli ve sağlıklı kurallar içinde değişen doğayı, sağlam durumlar ortasındaki bireysel çırpınışların anlamsızlığını, o zamanlar bildiğimi ve anlatmak istediğim daha birkaç şeyi sığdırmıştım bu kitaba, sığdırmak istemiştim. Elâ’nın onu bıraktığım yürümek noktasında ilerlemenin gerçek anlamını kavrayacağını umarak.”[14]
Elâ’nın yürüyüşü gibi romanlardaki kadın karakterlerin yürüyüşlerini konu alan ve irdeleyen metinler olsa ne güzel olur diye düşünmüştüm, Solnit ve Elkin’i okurken. Edebiyat incelemeleri içinde kentte kadınların yürüyüş biçimleri ve farklı yürüme nedenlerini kent haritasının içine yerleştirerek anlatan yazılar belki dağınık biçimde bir yerlerde gizleniyorlardır ama onların metinleri kent ya da kent tarihlerinin içine yerleşmiş değil.
Adım sayısına ve skora indirgenen çeşitli güzergâhlardaki erkek yürüyüşlerinin “sağlıklılığına” dair çeşitli yazılarla ve yayınlarla neredeyse her adımda karşılaşıyor olmamıza ve “yollar yürümekle aşınmaz” aforizmasına benzer ifadelerin yaygınlık kazanmasından duyulan bıkkınlığa rağmen, Elâ’nın yürüyüşü hakkında yeterince yazılmaması ya da Gülten Akın’ın Ankara’sı hakkında, onun Ankara sokaklarındaki yürüyüşü hakkında yazılanların çok az olması, kentin buluşma noktalarının, yiten giden meydanlarının, gavur mahallelerinin, cezaevi kapılarının, camiye dönüştürülmüş kiliselerinin görülmesine engel olmakta, bu da okul yolu heyecanlarının, oyun küskünlüklerinin, bedensel utangaçlıkla dolu kırılgan geçmişin unutulmasını beraberinde getirdiği gibi, bir mahalleye veya sokağa zorla sığdırılan mülteci kadının ya da trans kadının görülmemesini de olağanlaştırmaktadır.
Elâ’nın yürüyüşünü kaldığı yerden devam ettirenler, Ankara’nın sokaklarında birlikte dolaşmaya ve yaşamaya devam ediyorlar. Gece yürüyüşlerinden meclis önü yürüyüşlerine her türlü feminist eylemi bir yürüme etkinliği ile birleştiriyorlar. Funda Şenol Cantek, “hafıza yürüyüşleri” ile romanlardaki 1970’lerin kentini ve onun sokaklarının katılımcılarına düşündürtmekle kalmayıp, politik yürüyüş ile gezi yürüyüşlerinin karışmasından mülhem melez bir yürüyüş türünün de deneyimlenmesine aracılık etmektedir.
Kimbilir belki bir gün kent tarihine epeyce kitap hediye etmiş olan Funda Şenol Cantek, Ankaralı bir kadın yazarın ve onun kahramanlarının kentini de yazar da bir okuma grubunda biraya gelen kadınlar, bir kadın kitapevi cafe’sinde buluşup onu okumaya başlar… (ES/APA/DB)
[1] Rebecca Solnit, Yol Aşkı Yürümenin Tarihi, Encore Yay., İstanbul, 2016
[2] Yazarla birlikte modern kapitalist toplumların dört yüz yıldan beri sürmekte olan modernlik tarihini yeniden okurken, bu konuda okuduğum ilk iki kitabın tadını hatırladım. Belki geçişlerin hızı belki farklı deneyimleri vurgulamadaki ısrar, tematik ilgisizliğe rağmen Necip Alsan’ın Varlık yayınları’ndan çıkan Çağımızı Hazırlayan Düşünce ile Eylem ve Düşünce Açısından Çağımız başlıklarıyla 1967 ve 1969 yayınlanan ancak benim hemen seksenlerin başında okuduğum iki kitabı nerdeyse unutmuştum, zira bu kitapların yerini alan Poggi’ler, Hobsbawm’lar ve Moore’lar öğrenmemi o kadar kolaylaştırmıştı ki, masalsı denemeci üslup ile tarihsel olanı Türkçe’de okumanın zevkini unutup gitmişim. Solnit ile birlikte hatırlayınca hemen gugulladım elbette. Andığım bu kitapların yeni baskıların yapıldığını görünce çok sevindim. Sevincimi gölgeleyen ise Necip Alsan hakkında biyografik notların yetersizliği oldu. Necip Alsan, Eylem ve Düşünce Açısından 19. Yüzyıl, Evrensel Basım Yayın,İstanbul, 2012. Eylem ve Düşünce Açısından 20. Yüzyıl, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2018.
[3] Sömürgecilik karşıtı hareketlerin, Mahatma Gandhi’nin 1930’da binlerce Hintli ile beraber denize doğru sürdürdüğü tuz yürüyüşünü milat kabul ettikleri söylenebilir. Geleneği devralarak birlikte yürümenin gücünü tarihsel mirasının bir parçası haline getiren kadınlar, 1 Ocak 2019’da bu güçle yeniden elele tutuştular. Hintli kadınlar 616 km uzunluğunda bir duvar oluşturarak “kirli” oldukları gerekçesiyle yüzyıllardır alınmadıkları Sabarimala tapınağına girmelerine izin veren ve engelleyici uygulamaları anayasal haklara aykırı bulan Hindistan yüksek mahkemesinin kararına rağmen sürmekte olan yasağı protesto etmişlerdir.
[4] Ayşen Uysal, “90’ların Baskı Kıskacında Sokak Siyaseti: Zaman, Mekan ve Örgütler” başlıklı makalesinde, 1990-2000 yılları arasında sokak siyaseti açısından bazı önemli tarihleri çerçeve içine alırken, yürüyüşleri de bu siyasetin önemli faaliyetleri olarak ele almıştır. İsyan Şiddet Yas Doksanlar Türkiye’sine Bakmak, Ayşen Uysal (Der.) Dipnot Yay., Ankara, 2016, s.47-49. Aynı on yıllık dönemde kadın yürüyüşleri için benzer bir çizelge var mı diye biraz bakındım. Ancak kampanyaların sokak eylemleri içinde, basın açıklamaları, dilekçe verme, parklarda toplanma, şenlikler, feminist gece yürüyüşleri öncesinde kadınların yürüyüşünü görünür kılar. İlknur Üstün ise, “Kadın Koalisyonu”nu anlattığı yazısında, 2000’li yılların başında kadınların “yol haritası” çizme girişimlerini yürüyüş metaforu ile anlatır: “Kadın ekseninde farklılığın ayracı gibi kategorize edilmiş başörtüsü, Kürt kimliği meselelerini, kimlik siyasetini aşıyorduk. Bir araya gelmeler, konuşmakla sınırlı kalmayıp hayata dokunduğumuz, somut küçük meseleleriyle uğraştığımız birlikte yürüyüşe döndü. Bir seçim çalışmasıyla adı konulan bu yürüyüş,…. Yol haritası oluşturan bir örgütlenmeye dönüştü” İradenin İyimserliği 2000’lerde Türkiye’de Kadınlar, Aksu Bora (Der.) Ayizi Kitap, Ankara, 2015, s.348-349
[5] Bu yüzyılın ilk yirmi yılında yapılan ve en çok katılımcıyıla en uzun bir günlük yürüyüşler arasında sayılan 21 Ocak 2017’deki yürüyüşe New York şehrinde arkadaşım Sevda Alankuş ile katıldım. ABD başkanı seçilen Donald Trump’ın yemin töreni vesilesiyle, cinsiyet eşitliğinin acil önemini işaret etmek ve kürtaj hakkı ve her türlü yeniden üretim hakkı başta olmak üzere, LGBTQIA haklarını, işçi haklarını, sivil hakları, göçmen haklarını ve çevre haklarını savunmak üzere, ülke çapında üç ila beş milyon arasında kişinin “şiddet içermeyen direniş ve yürüyüş, kendi kaderini tayin, haysiyet ve saygı ilkelerinin yön verdiği kapsayıcı yapılar aracılığıyla baskı üreten sistemleri söküp atma hedefine” kitlenerek yaptıkları bu uzun yürüyüşün New York ayağında mor ve pembenin neredeyse her tonu ile örülmüş şapkalardan ibaret gözüken kadın çoğunluğunun ev yapımı dövizlerinde ve afişlerinde eski bir zamanı bulmuştum. Halaskargazi caddesinden Tünel’e kadar uzanan yollarda pazıbentten pula kadar her şeyin evde yapılıp getirildiği, katliamları, suikastları, cinayetleri tel’in yürüyüşlerinde o kaybetmişlik duygusuna eşlik eden gelecek korkusunun ağırlığı, omuz omuza durmanın, safları sıklaştırmanın yakınlığının altında ezilip, yürüyüş tanışıkları ya da ahbaplıkları gibi bir karşılaşma türünün ortaya çıkmasını mümkün kılıyordu. İş kulelerine ve çalışan göçmenlere teslim edilmiş New York’ta bu yakınlığın bir benzerini bulmak beni de Sevda’yı da heyecanlandırmıştı. Bu duyguyu yad etmemin bir nedeni de kıskançlık. On beş yıldır süren, 8 Martlarda İstiklal caddesini mor parıltılarla bezeyen gece yürüyüşlerine bir defa bile katılamamanın haseti, “ben de uzun yürüyüşlerden birine katıldım” deme ihtiyacını hissettirmiş olmalı.
[6] Köstek kesme geleneği Orta Asya’dan Anadolu topraklarına yüzyıllar önce gelmiş, çok genel hatlarıyla beraberinde şu inancı taşımış: Çocuk yürüme çağını geldiğinde yürümüyorsa, yürümesi geç kalmış ise, sık sık düşüp tökezliyorsa, Cuma günü beyaz bir örtünün üzerinde ayaklarına kırmızı ip bağlanan çocuğun bir iki adım atması sağlandıktan sonra, en yaşlı bilge kişi bu ipi keser, böylelikle çocuğun daha iyi yürüyeceği, sağlam adımlar atacağı ve kendi ayakları üzerinde durulacağı sanılmış… Ben bu geleneği nereden mi biliyorum? Yürümemişim, 18 aylık oluncaya kadar. Babaannem ayağıma kırmızı ipi bağlamaktan başka çare bulamamış, annem de bu hikayeyi anlattıkça anlatmış…
[7] Burada tırnak içinde anılanların biri hariç hepsi bildiğimiz filmler olduğu için film künyelerini ayrıca burada yazmıyorum. Ben Sokak Kızıyım ise bir Nazan Öncel şarkısı, “tütün buldum yerlerden/gittim yaktım birinden/ dayak yedim abimden/ korkum yoktur itlerden” diyen güfte, Kemalettin Tuğcu’nun yaramazlıklarıyla maruf sokak çocuğunun cinsiyetini değiştirir. Sokak kızları artık oyunbozan değil, oyunu bozandır.
[8] Oysa flânör modern dünyanın anahtar figürüdür. Bu ifade için bkz. Elizabeth Wilson’ın, The Contradictions of Culture. Cities: Culture: Women (Londra: Sage, 2001) adlı kitabında yer alan “The Invisible Flâneur” (s. 72-89) ve “The Inivisible Flâneur: Afterword” (s. 90-94). Modern dünyanın karmaşıklığını anlamak için, Walter Benjamin’in yarattığı bir karakter olarak flânör için bkz. Meral Özbek, “Walter Benjamin Okumak III,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 55, Sayı 4 (2000), s. 83-110.
[9] Laura Elkin. Flanöz, Şehirde Yürüyen Kadınlar, Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra, Nebula yay., İstanbul, 2018.
[10] “Hannah Arendt, “ Önsöz: Walter Benjamin 1892-1940”, Walter Benjamin Kitabı Seçme Yazılar, Hazırlayan ve çeviren Tunç Tayanç, Dipnot yay., Ankara, 2018, s. 139
[11] Tijana Jakovjevic-Sevic, “Kent Nasıl Hatırlanır? Kentin Toplumsal Cinsiyet Haritalamasına Dair Bir Müze Tartışması,” Feminist Pedagoji, Müzeler, Hafıza Mekanları ve Hatırlama Pratikleri, Yay. Hzrl. Meral Akkent ve Nehir Kovar, İstanbul Kadın Müzesi Kitapları, İstanbul, 2019, s.75-81
[12] Clara Patey, Ayakkabılarım Bir Mil, Feminist Pedagoji, 2019:236 ve devamı
[13] Elkin, Flanöz’de, Calle’nin sanatının ana motiflerinden biri olan itaat/itaatsizlik sarkacının önemini vurgulamak için bölüm alt başlığını itaat olarak düzenler ve bu bölümde Calle’nin çalışmalarından örnekler verir. s.150-179
[14] Sevgi Sosyal, Venüslü Kadınların Serüvenleri TRT Günleri, Der. İpek Şahberderoğlu, İletişim yay., İstanbul, 2017, s.231