Generallerinin yarısı tutuklanan Türk ordusu 1919-22 yılları arasındaki milli mücadele sürecinde bu devleti asıl kuran güçtü ve doğrusu AKP’ye kadar da “koruyucu ve kollayıcı” olan, sivillere belli sınırlar ve koşullar içinde iktidarı kullanmaya izin veren konumdaydı. Gerek gördüğünde "sivil hükümetleri görevden almayı" kendine hak görüyordu ki, biz bu işleme “askeri darbe” diyorduk; 1960’ta, 1971'de, 1980’de, 1997’de olan buydu. Bu darbe sistematiğini bilen AKP Gülen Cemaati ile işbirliği içinde yürüttüğü Balyoz ve Ergenekon gibi davalarla orduyu bir hayli hırpalar ve toplumsal itibarını budarken aynı zamanda iktidara müdahale olanaklarını da sınırladığını, "darbe sistematiğini" rayından çıkardığını düşünüyordu.
Ama öte yandan, çok daha önce başlayan bir başka sürecin nereye geldiği ise 15 Temmuz’da idrak edildi. AKP ile Gülen Cemaati, iki İslamcı örgütlenme olarak iktidarı paylaşır ve “ortak düşman” olarak bellediklerine karşı savaşırken gün gelip iktidarın paylaşılmaz olduğu gerçeğiyle karşı karşıya geleceklerini de herhalde biliyorlardı. Nitekim iki tarafın da böylesi bir iktidar kapışmasına hazırlıklı olduğu 17/25 Aralık 2013 ve sonrasında görüldü.
Yolsuzluk dosyalarıyla saldırıya geçen Cemaatin karşısında Erdoğan dışında hangi hükümet olsa yıkılır giderdi ama Erdoğan hiç oralı olmadı. Olmadı; çünkü herhangi bir şekilde hükümeti kaybettiğinde sadece hükümeti değil her şeyini kaybedeceğini bilerek sonuna kadar savaşmaya kararlıydı. Nitekim öyle yaptı ve Gülen Cemaati'ne karşı topyekûn bir mücadele başladı. Doğrusu bu konuda devleti ve toplumu seferber edebilecek tek kişi de Tayyip Erdoğan’dan başkası değildi. Bu bağlamda Erdoğan ve ordu arasında yeni bir ilişki ve ittifak oluştu ve bir yandan Gülen Cemaati, bir yandan da Kürt hareketinin üzerine sert bir şekilde gidilmeye başlandı. Gülen Cemaati ve Kürt hareketi ile savaşan Erdoğan devletin kurucusu ve kuruluş ilkeleri ve ideolojisinin de taşıyıcısı olan ordunun hassasiyetlerine cevap vermekle kalmıyor, bunları paylaştığını, benimsediğini de ilan etmiş oluyordu.
Siyasal İslam'ın sonu
Bu konjonktür aynı zamanda Türkiye’de "siyasal İslam" adı verilen akımın da sonuna gelinmesiydi; çünkü bir yandan iktidarı paylaşan iki İslamcı örgütlenme, yani AKP ve Gülen Cemaati, savaşa tutuşmuştu, yani ortak bir İslamcı tahayyülleri yoktu veya zaten hiç olmamıştı. Ülkedeki en büyük iki İslamcı örgütlenmenin iktidar savaşı bu toplumun geleceğinde siyasal İslam'ın da artık eskisi gibi olmayacağı anlamına geliyordu.
Öte yandan, bu ölümüne iktidar savaşı her iki tarafı da yeni ittifaklar aramaya ve dolayısıyla kendi İslamcı dayanaklarından, köklerinden uzaklaşmaya zorluyordu. Hiçbir savaş tek başına kazanılmaz, mutlaka müttefikleriniz olmalıdır. Nitekim Erdoğan büyük bir hızla milliyetçiliğe kayarken MHP ve orduyla ittifak yapmış, Gülen Cemaati ise ABD ve diğer Batılı güçlerin Erdoğan’a karşı olumsuz tavırlarının da etkisiyle bu kampta müttefikler arayışına girmiş ve 15 Temmuz ve sonrasında görüldüğü kadarıyla da bulmuştu. Çünkü 15 Temmuz gibi bir darbe girişimi Batı dünyasından destek veya himaye görmeden kalkışılacak bir şey değildi. Sonuçta 15 Temmuz Erdoğan ve Gülen Cemaati arasındaki savaşta belirleyici bir dönüm noktası oldu ve The Cemaat kaybetti.
Cemaat kaybetti ama aynı zamanda devlet de çöktü; 15 Temmuz’un altında kalan ordu ve bürokrasi felç oldu. Cemaate karşı yürüttüğü savaşı kazanan Erdoğan, aynı zamanda iki gerçeği daha fark etti; birincisi, Batı dünyasının kendisine karşı ne kadar kesin bir tavır içinde olduğunu gördü. 15 Temmuz sonrasında ABD ve Avrupa siyasi kamuoyu darbenin başarıya ulaşamamasına neredeyse üzüldü. İkincisi ise Erdoğan’ın en önemli müttefiki ordu adeta içeriden fethedilmiş, Gülen tarafından ele geçirilmişti. Yani Erdoğan en önemli müttefikinden olmuş, devlet çökmüş ve dolayısıyla bir tür “Pirus Zaferi” elde etmişti. Yani galip gelen tarafın da mağlup olan kadar kayıp verdiği, zor duruma düştüğü, kıl payı kazanılan bir zafer…
CHP ile ittifak
Dışarıda, Batı dünyasında dost ve müttefiki olmayan Erdoğan hızla Rusya ile anlaşıp, yalnızlıktan kurtulmaya çalışırken içeride de “devletin kurucu partisi” CHP ile farklı bir ilişki kurmaya, bir anlamda bu partiyle ittifaka yöneldi. MHP ile zaten böyle bir ilişki uzunca bir zamandır mevcuttu, önemli olan CHP ile de böyle bir ilişkinin kurulmasıydı. Dünyadaki yalnızlaşmanın yanı sıra ülke içinde ittifak kurabileceği, kendisini güvenceye alabileceği en önemli güç CHP idi. İster yüzde 50, isterse yüzde 60 oy alsın, önemli güçlerle ittifak yapmadan Türkiye gibi bir ülkenin yönetilemeyeceğini artık daha iyi anlayan Erdoğan için CHP ile ittifak ve bu parti aracılığıyla devşireceği toplumsal meşruiyet yaşamsal önem taşıyordu. Nitekim CHP de Erdoğan'ın bu yönelimine hemen olumlu karşılık verdi. Zannetti ki Erdoğan 15 Temmuz’dan sonra farklılaşmış ve artık muhalefetle, esas olarak da CHP ile bir uzlaşma temelinde hareket edecek, çökmüş olan devletin yeniden inşasını birlikte yapacaklar, daha demokratik bir ortama doğru güle oynaya ilerlenecek...
Oysa Erdoğan’ın hiç de böyle bir niyeti olmadığının iki önemli göstergesi vardı; birincisi, “Kandırıldık, aldatıldık", “Rabbim affetsin” söylemi hiç de 15 Temmuz’dan sonra demokratik bir başlangıç yapmanın ilk adımı değildi. Çünkü bu, sadece hukuki değil siyasi olarak da hesap vermekten kaçınan bir söylemdi. Siyasi olarak topluma hesap verme anlayışında olmayan bir iktidar partisinden demokratik bir yeniden inşa perspektifi çıkmaz, çıkamaz. İkincisi ise HDP’ye ve Kürt hareketine karşı alınan dışlayıcı, yok sayıcı tavırdır.
HDP’nin CHP ve MHP’nin yer aldığı hiçbir platforma davet edilmeyişi basit bir öfke veya nefret meselesi değil bir siyasal tavır, devletin kimlerle, nasıl ve hangi temelde, hangi değerler ve koşullar üzerinde inşa edilmek istendiğinin göstergesidir. Ama HDP yoksa demokrasi de yoktur; çünkü Kürtler ve diğer ezilenlerden milyonlarca oy alan bir partiye "gayrimeşru örgüt" muamelesi yaparsanız orada demokratik bir sistem kuramazsınız. Onun için HDP yoksa demokrasi de yoktur. Eğer bu süreçte CHP kendini demokrasinin güvencesi olarak görüyorsa yanıldığını çok geçmeden görecektir. CHP'nin şu sıralarda Erdoğan'a sağladığı güvenceyi verecek bir başka güç bulduğu anda Erdoğan CHP’yi karşısına almakta hiç tereddüt etmeyecektir.
Dost ve düşman
15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın ancak bir Pirus Zaferi kazandığını göremeyen, tersine çok güçlendiği zannıyla ürken CHP en azından Yenikapı’ya nasıl yana yakıla davet edildiğinde kendi gücünün ve misyonunun farkına varmalıydı ama uyanamadı. Erdoğan’ın nasıl “eline düştüğünü” anlayamadı. Siyasi tarihe bakıldığında görülür ki, demokrasi egemenlerin ancak zorunluluklar altında kabullendikleri bir şeydir, 15 Temmuz sonrasında Erdoğan ve AKP iktidarı da böylesi bazı zorunluluklarla karşı karşıya kalabilirdi.
CHP bu fırsatı kaçırmış veya kaçırmak üzeredir. Tabii eğer çökmüş devletin nispeten demokratik bir temelde yeniden inşası diye bir sorunu varsa…
Darbeye karşı çıkmakla birlikte, CHP Erdoğan’a koltuk değneği olmasa ve HDP ile bir demokratik ittifak geliştirse Erdoğan’ı, AKP’yi çok zorlar ve ülkenin en güçlü siyasal odağı haline gelirken gerçekten demokratik bazı açılımlar yapılması için de uygun koşullar oluşabilirdi. Ancak CHP bunu yapacak feraseti gösteremedi ve artık PKK’nin de yeniden başlayan saldırıları, “savaşı metropollere taşıyacağız” açıklamaları sonrasında böylesi bir adımı atması, HDP ile bir demokrasi bloğu kurması pek beklenemez. Zaten HDP de bunu görmüş ve sosyalist hareket ve bazı kitle örgütleriyle birlikte kendi başının çaresine bakmaya yönelmiştir. Ancak tırmanan savaşla birlikte işi çok zor...
15 Temmuz sonrasındaki Pirus Zaferi’ni gerçek bir zafere dönüştürmek için yoğun çaba harcayan, Suriye’ye, Cerablus’a yapılan askeri müdahaleyi ordunun itibarını yeniden kazanmak için kullanmaya çalışacak olan Erdoğan böylece gücünü kaybeden müttefikini ayağa kaldırmak isteyecektir. Kısa zamanda bunu başaramayabilir ama nasıl olsa yeterince zamanı olacak gibi görünüyor. Çünkü CHP gibi bir "ana muhalefet" partisi ve HDP'yi etkisizleştirmek için her şeyi yapan PKK gibi bir "düşman"ı var. Onlara bakıp, “Rabbim, böyle düşmanlarım oldukça ben kendimi korur, daha da güçlenirim, sen beni Gülen Cemaati gibi dostlarımdan koru...” diye dua ediyordur… (SÖ/HK)