Cinayet 19 Kasım Perşembe günü, hastanede işlendi.
5 ay sonra, yine Samsun’da, bu kez bir kadın hekim, Dr. Aynur Dağdemir öldürüldü.
5 ay önceki Dr. Kamil Furtun olayına benzer biçimde Dr. Aynur Dağdemir’le, yani hekimle katil arasında yaşanmış herhangi bir sorun yok. Hastanede işlenmiş bir hekim cinayeti söz konusu. Olayın bir hekim cinayeti olmasının yanı sıra bir başka “kanayan yara”, kadın cinayeti olduğu da –öyküden- anlaşılıyor.
***
Zor, hatta çok zor günlerden geçiyoruz. Herkes için zorluğun geçmişi farklı, gerekçeleri farklı olabilir. 1980’i, seksenleri, doksanlı yılları yaşamışlar için bugünlerin çağrışımları daha ayrı.
1980’e, seksenlere, doksanlara tanık olmuşsanız önümüzdeki günlerde “insan hakları mücadelesinin” artan ölçüde, hemen her düzeyde ana gündemi oluşturacağını bilirsiniz. Bu öyle bir ana gündem olur ve bütün “mesaiyi teslim alır”/kaplar ki –deyim yerindeyse- başka hiçbir “iş” yapamazsınız.
Hukukun olmadığı, bütünüyle keyfi bir yönetimin silahlı güçlerce/gölgesinde hüküm sürdüğü bir ortamda insan hakları mücadelesi dışındaki her başlık lüks olur. “Büyük acılar”, görece(!) “küçük acıları” konuşulmaz kılar, gündem dışına iter, yaşamın “diğer” gündemleri konuşulamaz bile. Bu yönetenlerce “istenen” bir durumdur. Böylece “üzerlerine vazife” olan sermayenin taleplerini, halkın aleyhine düzenlemeleri hızlıca yasallaştırırlar.
***
Sağlık kurumları, hastaneler saldırı, daha ötesi cinayet mekanlarına dönüşüyor, dönüştü.
Henüz bilmiyoruz sağlıkta yaşanan şiddet salgınının, ölümlerle seyreden bu salgının ana gerekçelerini yetkililerin ne zaman idrak edeceklerini… beklentimiz çok gecikmemesi. Beklenti bu ama yeni kurulan ve meclisten güvenoyu alan Hükümet programında sağlık başlığında böyle bir öncelik yok.
Ne var:
“… sağlık alanındaki insan kaynağımızın ve hizmetlerin kalitesini sürekli artırmayı hedefliyoruz.”
İnsan “kaynağının” moral açıdan tükendiği, hizmet sunumunda ruhun yitirildiği eşikte, yaygınlık ve “nitelik” olarak sağlıkta şiddet programlarda dolaylı vb değil doğrudan yer alması gereken bir öncelik, yaşamsallık taşıyor. Ama … yok!
Ne var ki bu arada ölümle sonuçlanan saldırılar sürüyor.
***
Ülkenin doğusunda, güney doğusunda sağlıkçı olduğu bilinerek sağlıkçılar öldürülüyor. Sağlık kurumları bombalanıyor, kurşunlanıyor, eli silahlılar sağlık kurumlarında konuşlanıyor, hastaneler çatışmanın odağı haline geliyor, getiriliyor. Yüz bini aşan nüfuslu yerleşim alanlarında günlerce sokağa çıkma yasağı konuyor, sağlık hizmetine ulaşılamıyor. İnsanlar değil sağlıklı beslenmek, ekmek bulamaz oluyor.
Hükümet programında sağlık başlığındaki hedefler hızla akıyor, buharlaşıyor:
“Sağlık politikalarımızın en temel önceliklerinden biri de, ‘Sağlıklı Yaşam Kültürü’nün oluşturulması..
‘Sağlıklı Yaşam ve Hareketlilik Öncelikli Dönüşüm Programı’mızla tütün kullanımı, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile etkin mücadeleyi; sağlıklı beslenme, hareketli yaşam, gıda güvenilirliğinin ve ruh sağlığının geliştirilmesini hedeflemekteyiz.
Koruyucu hekimliği yaygınlaştıracağız ve sağlıklı yaşam kültürünü teşvik edeceğiz.”
Belki hedefler içerisinde en karşılık bulanı sokağa çıkmanın yasaklandığı ortamda insanların kendi bildikleriyle -ya da iletişim kesilmediyse telefonla tanıdıkları hekimlere ulaşarak- evde müdahale ettikleri sağlık sorunları oluyor, aşağıdaki hedef tutuyor:
“Evde sağlık hizmetlerini geliştireceğiz.”
Bir başka hedef daha farklı biçimde yaşama geçiyor:
“.. şehir hastaneleri projelerini tamamlayacağız.”
Ülkenin doğusunda yüz binlik şehirler hapishane, “şehir hapishanesi”, bir yönüyle bütün satıh şehir hastanesi oluyor!
Kısacası daha kurulur kurulmaz 64. Hükümetin hedefleri kara mizaha dönüşüyor.
***
Sağlıkta artan şiddete yönelik bir önceki AKP hükümeti "Şifa Veren Ele Vefa" kampanyası başlatmıştı. Kampanyaya rağmen (afişler vb!) 5 ay önce Dr. Kamil Furtun Samsun’da öldürüldü. Hak yememek için söylemeliyiz: Sağlıkta şiddetin gerekçelerine yönelik bir idrak hali göremesek de 5 ay önce Dr. Kamil Furtun olayında Bakanlığın tepkisinde bir farklılık izlemiştik. Sağlık Bakanlığı resmi sayfasından açıklama yapılmış, başta TTB, hekim kamuoyu olmak üzere oluşan tepkilerin de etkisiyle ertesi gün Bakan Müezzinoğlu’ndan açıklama ve acele genelge gelmişti: “(1 haziran günü) 09.00 ile 09.15 arasında 15 dakika süresince tüm hastalarımıza şifa veren ele vefa organizasyonu yapıyoruz. 15 dakika süresince hasta bakımına aciller dışında ara vereceğiz”.
Böylece bir hekim olarak tabip odaları öncülüğünde yapılacak olan çok haklı ve yerinde anma ve protesto etkinliklerine Sağlık Bakanlığı da “katkı sunmuştu”.
19 Kasım’da Dr. Aynur Dağdemir’in öldürülmesi sonrası ise bakan yaptığı açıklamada meslektaşımızı “görevi başında uğradığı canice saldırıda kaybettiğimiz”i söyledi. Ancak bu kez görevi başında kaybettiğimiz hekime yönelik şiddeti kınamak üzere anmayla ilgili bir açıklama yapılmadı.
Yapılmamış olmasının anlamı ne olabilir?
1 Haziran’dan (Dr. Kamil Furtun) 19 Kasım’a değişen(!) nedir?
Doğu, güneydoğudaki hekim arkadaşlarımıza hakim olan çok haklı duygu, her gün her saat anma yapacak kadar gündelik yaşamın şiddete boğulmuş olması gerçeğiyle karşı karşıya olmak mı?
(Silvan’ı, Cizresi, Sur’u, Nusaybin’i, günlerce sokağa çıkma yasaklarını, sağlık kuruluşlarına yapılan saldırıları, öldürülen insanları, resmi güvenlik görevlilerinin duvarlara yazdıklarını düşününce, bir diğer resmi makam olarak Sağlık Bakanlığı’nın tutumu da, o ortamda yaşayan hekimlerin, bütün sağlıkçıların bu anmayı nasıl anlamlandıracakları, nasıl bir anlam yükleyecekleri de tartışılabilir).
Yoksa artık bu çağrıların tekil örnekler boyutunu aşmış olması mı?
Ya da “ülkenin batısına has” bir duygu olarak kınama, anma, protestoların bir işe yaramadığını, sağlıkta yaşanan cinayetlere karşı -bu politikalar sürdüğü takdirde- pek de bir şey yapılamayacağını kabullenme diye düşünebilir miyiz?
Kim bilir belki bütün ülkeyi kuşatan, ülkenin doğusundan başkentine her yerde şiddetin egemen olduğu bir ortamda hekim cinayetinin protesto edilmesinin “anlamı” mı sorgulanmıştır?
Bu soruların her biri şiddetin gerçek zemininin Hükümet politikaları, politik atmosferle şu ya da bu ölçüde ilişkisine işaret etmektedir.
“Duygu” doğu da batı da farklılaşmış, şiddetin niteliği değişse de bir hükmetme “uygulaması” olarak tüm ülkeyi şiddet atmosferi sarıp sarmalamıştır.
***
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
…
Susalım – niye susalım – Anılar mı dediniz? Ne sesli bir vuruşma!
Ya sonra? Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra?
Gene mi? Başladınız mı? Peki şimdi kim var sırada?
Sakın ha!
Biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza.
Yok deyin çünkü biz..
Biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ağzımızla..
Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada olmayı.
İstiyorum – sahi mi? – ama isterseniz siz olun.
Siz olun, biz olalım, kim olacak? – hep böyle oyalansanıza –
…
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka (Edip Cansever)
***
Zor günlerden geçiyoruz, belki de daha da zorlaşacak günlere gebe zamanlardayız. Farklı duygu yoğunlukları, anlamlandırmalar, eşitsizlikler içersindeyiz. Birbirimizi anlamanın zorlaştığı, zorlaştırıldığı bir dönemdeyiz.
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”nın bir çaresizlik değil en güçlü yanıt olduğunu bilerek tutumumuzu göstermeyi önemsemeliyiz. Sağlıkçıların her saldırıda/cinayette, her hal ve şartta saldırıları kınamaları, görev başında canice yitirilen meslektaşlarını anmaları, cinayeti protesto etmeleri insani bir sorumluluktur. 24 Kasım’da Türk Tabipleri Birliği’nin sağlık meslek örgütleriyle birlikte yaptığı çağrı bu nedenle önemliydi. Gerek kurumsal bir yapı olarak TTB’nin gerekse de tek tek hekimlerin bu çağrının gereğini ne ölçüde yaptıkları, karşılık verdikleri (ruh halleri, yazının başında aktarılanlar ışığında) ayrı bir tartışma konusudur. Bilinmelidir ki bunu yapmadığımız gün en büyük kaybımızı vermişiz demektir. (EB/HK)