“Yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” diyor Ortega y Gasset. Coğrafyaların kaderi, toplumların birbirilerine yaşattıklarıyla devam eden ve çoğunlukla insanı yalnızlığa götüren sonuçlarla doludur. Mekânların kalabalığı, dayanılmazlığı, dayatıları, politik oluşu insanın düşünmek için bile yer aramasına neden. Bundandır ezilmiş, sömürülmüş halklar ve bireyleri dünyanın farklı yerlerinde mücadele etmenin farklı dillerini kullanırlar.
Her türlü baskıya karşı sanatı direnmenin bir yolu olarak seçenler, ötekileşmeye karşı bireyin temel niteliklerini korudukları gibi başka insanların seslerine de güç olurlar. Ancak perdenin gerisinde çalışmalarını sürdüren, ürettiklerini ya değerli yazarların aracılığıyla ya da bu değerleri sanatçıları öğrenmeyi kendine dert eden insanlar sayesinde öğrendiğimiz yazarlardan biri Yusuf Yeşilöz.
“Düğün Uçuşu” romanıyla ve belgesel filmleriyle tanınan Yusuf Yeşilöz 1987 yılından beri İsviçre'de yaşıyor. Almanca roman yazıyor, gazetelerde sanat yazıları yazıyor. İsviçre’de yaşayan Yeşilöz’le çalışmaları hakkında yaptığımız sohbette orta Anadolu’dan İsviçre’ye göç etmesinin ardındaki nedenlerini sorduğumuzda “Hukuki bir sorun çerçevesinde acil bir zorunluluk değildi. Perspektif yokluğu daha fazla ön planda oldu.” Şeklinde cevaplıyor. Her insanın hayatında umutsuzluk çarpıntısı çoğu zaman olagelmiştir. Bu noktada Avrupa’nın sunduğu bazı imkânlar devlet ve iktidarlar arasında sıkışmış çoğu insana umut sunar hale gelmiştir. Türkiye’de devam eden ötekileştirme, baskı ve yasaklar devam ettikçe, insanların bir araya gelmesi ya da ülkeyi terk etme istemleri de kaçınılmazdır. "Yasakların, şiddetin ve baskının olduğu yerde insanlar kitleselleşir" diyor E. Canetti.
Dolayısıyla ulus ve var olma genel anlamda eşdeğer görülür, fakat ortak hafızanın zayıf olduğu uluslar silikleşiyor, hafızayı güçlü tutmanın yolları sürekli sorgulanıyor. Bu noktada Yeşilöz “Tarih bilgisi ve o bilgiyi sonraki kuşaklara doğru anlatmak bir ulusun veya milletin kendisini ve geçmişini daha iyi tanımasına yardımcı olur. Hafızayı canlı tutan önemli etmenlerden biri de edebiyattır. Bizde bu, son yıllara kadar oral edebiyat ile olmuştur. Türkçe yayın yapan televizyon, gazete veya radyo gibi iletişim araçları ve Kürtçenin hala okulda öğrenilmemesi, oral edebiyat için acımasız bir rekabet olmuştur. Son 20-25 yıl Türkiye’de Kürtçe yazılı edebiyat belirli bir yol kat etse de, Türkiye’de Kürtçenin önünde duran “fare kapanı” varlığını ne yazık ki sürdürmektedir.” diye ifade ediyor. Toplumsal hafızanın silikleşmesine karşı anadil ile ilgili çalışmaların ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor.
Buna yönelik çalışmaların yurt dışında daha özgür bir ortam bulduğu aşikâr. Fakat yurt dışında yaşamanın sonuçları kimi zaman zorlayıcı olabiliyor, özellikle doğduğu topraklardan uzak yaşama, yeni coğrafyaya alışamama diasporanın zorluklarını hatırlatıyor. Bu zorlukların sanata etkisini kendine has özellikleriyle ayrı bir yerde duruyor. Yeşilöz konuyla ilgili: “Madalyanın iki yüzünden söz etmek mümkün. Göç yasamış insanlar deyim yerinde ise erozyona uğrar. Yeni tecrübeler edinir insan, yeni ve tamamen farklı kültürler ile karşılaşma imkânları veya zorunlulukları doğar. Farklı dillerde sanat “tüketimi” imkânı doğar. Bu tecrübe, insanın bir gerçekliğe birden fazla gözlükle bakmasına yol acar, kendi olgularına ve hislerine yenilerini katar, bunları sanatına yansıtır, yeni hikâyeler yaratır. Bu madalyonun olumlu yönü. Fakat bir de diğer yönü vardır ki çok acımasızdır: Kimliğinizi bir şekilde şekillendirmiş coğrafyadan uzaklık, orada yaşanan acının veya sevincin direk bir parçası olamama, o atmosferi solumama insanlarda kronik bir hüzün ve üzüntüye yol acıyor. Bunun yaratılan sanata yansımaması imkânsız. Bir diğer önemli etmen ise, yaşanan ülkelerde hissedilen ve bilinçli bir şekilde hissettirilen yabancılık gerçeği. Bunun en önemli sonucu ise: İnsanlar yasadıkları coğrafyaya kendilerini ait görmüyorlar ve bunları sanatlarına yansıtıyorlar.”
Avrupa’da yaşamanın olumlu/olumsuz yanlarına değinirken, sanatın birden fazla alanında katkıda bulunmanın zorluğunu anımsatıyor: “Benim edebiyatımın yasadığım göç ile direkt bir bağlantısının olduğunu düşünüyorum. Farklı bir kültürde yasıyorsanız, “siz kimsiniz?” sorusuna her an maruz kalabiliyorsanız, kendinizden ve içinde büyüdüğünüz kültürünüzden anlatma ihtiyacı duyuyorsunuz. Bu istem, Almanca yazmamın da önemli bir faktörü. Devlet televizyonu için yaptığım onun üzerinde belgesel filmin gerekçelerini özetlemem gerekirse: İnsan hakları, kimlik arayışları veya göçün kişiler üzerinde etkisi vb konularda yaşadığım topluma kendi penceremden bir katkı sunmaya çalıştım. Kurgu roman ile yapamadığımı, kamera ile yaptım.”
Romanlarda ve öykülerde kullanılan karakterlerin okuyucunun çevresinden, yaşamıyla ilişkili olması daha fazla okuyucu kitlesinin oluşumuna etkisi yadsınamaz. Yazarların karakter seçiminde öncelikli dikkat ettiği yanlar her zaman merak konusu oluyor. Bu anlamada Yusuf Yeşilöz’ün romanlarında karakter tercihini daha çok: Yalın ve yasadığımız hayatın bir parçası olmasından yana kullandığını öğreniyoruz. Ayrıca göç yasamış insanların yapıtlarındaki karakterlerle kendilerini özdeşleşmeleri kendisini hep sevindirdiğini dile getiriyor.
“Düğün Uçuşu” romanı gelenekselliği sürdüren, bu çerçevede şekillenen evlilikten yola çıkarak bireylerin yaşadığı çatışmalara ilgili içerikten oluşuyor. Ortadoğu ve Avrupa kültürlerinin ikileminde yaşayan insanların bu çatışkılardan kurtulmalarının zorluğu biliniyor. Özellikle Avrupa’da yaşayan Ortadoğulu insanların yaşamlarına ayna tutan romanı hakkında düşüncelerini ifade eden yazar cümlelerine devam ediyor: “Düğün uçuşu romanında zorunlu evlilik ve eşcinselliğin toplumumuzdaki tamamen olumsuz algısını sorgulamaya çalıştım. Sözü edilen aile Anadolu’nun gelenekleri ile ayakta duran bir köyünden Avrupa’ya göç yaşamış. Bu göç çeyrek asır önce gerçekleşmiş. Burada bir şekli ile özellikle ekonomik açıdan “modern” bir yaşam sürdürüyorlar. Fakat Batı Avrupa demokrasilerinde kabul gören eşcinsellik gibi konularda hala kendi köyünde mevcut modeller üzerinden hareket ediyorlar. Yaşanılan bu çelişki, çekirdek ailenin varlığını sürdürmesi için büyük bir tehlike. Hep “oraya”, yani köye kulak vermektense, yakın çevremizdeki bu tür tartışmalara ortak olursak, onları içselleştirirsek, bu tür sorunları önlemenin ilk adımlarını atmış oluruz.”
Kürdistan coğrafyasında yıllardır eksilmeyen acılar mevcut. Bundan kaynaklı halkın büyük çoğunluğu sadece yaşama uğraşı veriyor. Dolayısıyla sanatsal çalışmalar hep geride kalıyor. Topluma öncülük eden bireylere bu doğrultuda çok iş düşer, iktidarlarca geri bırakılmış toplumlarda “sanatın ve sanatçıların” sorumluluklarının neler olduğunu sorduğumuzda: “Sanatçıların bu acıyı eserlerine yansıttıklarını gözlemliyorum. Kürt edebiyatının önemli bir konusunun, bu acı olduğunu görebiliyoruz. Bazen Af Örgütünün yazdığı raporlara benzer edebiyat eseri okusak da bunun doğal olduğunu düşünüyorum. Çünkü acılar taptaze ve her gün gazetelerden okumak mümkün. Yaşanılan acı ve kedere mesafe kazanıp yazmanın edebiyatta daha etkili olacağını düşünüyorum. Bunun zaman içerinde olacağı muhakkak, bunun çok örneği var. İkinci dünya savaşında yapılan Yahudi soykırımı ile ilgili ki yetmiş yıl geçmesine rağmen, hala her sene onlarca değerli edebi eser görebiliyoruz. Yaşanılan acı yerinde durmuyor. Zincirleme bir durum söz konusu. Sonraki kuşaklara yansıması mevcut ve farklıdır. Bunların hepsinin sanat ve edebiyatta yer edineceğine dair iyimserliğim var. Acıyı anlatmak ve tüm ayrıntılarını tekrar tekrar anlatmak gerekiyor.”
Belgesel çeken, senaryoları olan yazar “sinemanın kitlelere ulaşmasının edebiyata kıyasla daha kolay gerçekleştiğini” söylüyor. Coğrafyanızda yaşananlarının sinema aracılığıyla kitlelere ulaşmamasındaki sıkıntılar neler olduğunu merak ediyoruz. Sinema, edebiyat ile karşılaştırıldığında daha fazla ekonomik imkân isteyen bir sanat dalı. Diyebilirim ki en pahalı sanat üretme şekli. Bu başlı başına bir sorun. Kurumların, televizyonların, Kürt iş dünyasının bu sorunu tartışma gündemlerine almaları gerektiğini dile getiriyor yazar: “Yasadığımız Batı Avrupa da bu çevrelerin katkısı olmadan, büyük kitlelere ulasan film yapmak mümkün olmadığını” belirtiyor. Bu durumun var olan sorunun sadece bir kısmı olarak göründüğünü dile getirirken ayrıca “Türkiye’de Kürt sineması daha çok yeni. Eleştirmen yokluğu sorun olarak görülmese de, bu azımsanmayacak bir eksiklik. Çok senaryo yazılmalı, çok film yapılmalı, içlerinden iyileri gün yüzüne çıkar. Her yapılan film iyi olmayabilir. Her yapılan filmden Yılmaz Güney’in Yol ve Sürü başarılarını da beklemek iyi ve yüksek bir çıta olsa da, umutsuzluk kaynağı olma riski taşır. Özetle: Kürtlerin anlatacağı çok film hikâyeleri var. Kürtler film yapmalı ve o filmleri açıkta tartışmalı” diyor.
Yusuf Yeşilöz son olarak geleceğe dair düşüncelerini anlatıyor: “Yaklaşık yirmi beş yıldır bu çalışmalar içindeyim. Şimdiye kadar 10’un üzerinde Almanca roman yayınladım. O kadar da film yaptım. Mutfağımda sürekli bir şeyler oluyor. Türkiye’ye kesin dönüş gibi bir planım yok. Fakat vakit bulabilirsem, içinden çıktığım insan manzaraları içinde uzun süre kalıp, oraları bugünkü optiğimden de çok yönlü tanıma istemim var.”
Yusuf Yeşilöz hakkında
1964 yılında Konya-Cihanbeyli’ye bağlı bir Kürt köyünde doğdu. 1987 yılından bu yana İsviçre’de yaşayan Yeşilöz yazmaya İsviçre’de başladı. Romanlarını Almanca kaleme alan yazarın ilk romanı Reise in die Abenddämmerung (Aksam Karanlığına Yolculuk) 1998 yılında yayımlandı. Edebiyat hayatını Der Gast aus dem Ofenrohr (Bacadan Giren Misafir, 2002), Der Imam und die Eselin (İmam ve Eşek, 2004), Lied aus der Ferne (Uzak Türkü, 2007), Gegen die Flut (Akıntıya Karşı, 2008), Hochzeitsflug (Dügün Uçuşu, 2011), Soraja (2014) romanlarıyla sürdürdü. Edebiyatın yanı sıra belgesel sinema ile de ilgilenen Yeşilöz, İsviçre’de göç ve kimlik temalı filmleriyle tanınıyor. (DM/AS)