Daha giderken, yolda, biliyorum yazmam gerektiğini bunları. Gel gör ki ne zaman, yazmam gerektiğini bilsem; yazmanın içimi biraz olsun serinleteceğini... Nereden başlayacağımı hiç bilmem!
Bitmeyecek gibi gelen... Bittiğinde bizi karşılayacak kederi düşününce, yüreğimi sıkan korkunun "bitmese" diye düşündürdüğü uzun yol...
Minibüsün her sarsıntısında ensemden sırtıma, kafatasıma ve koluma yayılan sancıyı düşünmemeye çalışarak bakıyorum camdan.
Botan...
Arkasında beş bin yılı sürükleyen bir halkın, yüzyıllardır sırtında taşıdığı, bir türlü silkip atamadığı "keder", bu coğrafyanın taşına, suyuna, toprağına, her santimine sinmiş... Bu nasıl anlatılır ki, neresinden başlanır? Ve bu toprakları ilk gördüğüm günden bu yana, yıllardır, nerde saklar kendini de, her geldiğimde gelip yüreğime yapışır bilmem...
Öyle çıplak görünüyor ki her yer... Öyle ağaçsız, çiçeksiz, kokusuz...
Bir zamanlar binlerce koyunun gezindiği, beslendiği bu topraklarda ot yok şimdi.
Yüzlerce kilometre yol giderken, altı üstü iki sürücük görüp seviniyoruz gene de.
Anlatılır bir yoksulluk değil.
Üstelik yaklaştıkça karşımıza çıkan, dünyanın en verimsiz o korkunç kömür yatakları, içimize iyice kasvet bastırıyor. Ve yol boyu karakollar...
"Kara kol..."
Etrafından korktukça, etrafına korku salan "kara kol'lar".
Öyle tuhaf ki... Yol boyu rastladığımız insanların gözündeki tedirginlik ve korku, yol boyu rastladığımız askerlerin gözündeki tedirginlik ve korkuyla neredeyse birebir örtüşüyor. Birbirlerinden aynı endişelerle çekinen, korkan insanlar... Siviller ve askerler. O ortak korku üzerine kurulmuş bir hayat...
Bir mucize oluverse, birden bire gökyüzüne yükselip buhar olsa o korku, birbirlerinin, o siviller ve askerler değil, sadece "insan" olduklarını görüverecekler. Ama öyle kolay değil...
O "korku" yüzyıllardır büyük bir emekle oldurulmuş. Tıpkı gölge oyunundaki gibi... Ne küçük insanlar, ne büyük oyunlar oynayıp devleştirmiş, devletleştirmişler o korkuyu. "Batıdan" gelmiş üç minibüs insanın empatik bir güdüyle iliklerine kadar hissettiği "o korku" içimize işlemesin diye şakalar yapmaya çalışıyoruz.
Nihayet vardığımız ilk köye girerken, meydanda toplanmış kalabalığı görünce, bu yolculukları bilmem kaç kez paylaştığım, canımın içi arkadaşıma, İlkay'a (Akkaya) bakıyorum. Biraz sonra, arkasındaki korkunç ve acımasız gerçekliğiyle, bir duvar gibi çarpacak yüzümüze ölüm kederi...
Yüreğimden dizlerime doğru akan şey, göğsümü acıtarak inerken, sevgili arkadaşımın kabanına dokunuyorum hissettirmeden. Tamam, o var... Birlikteyiz...
Meydanda kalabalık bir erkek grubu dizilmiş.
Ellerini, gözlerinin içine bakarak sıkmak cesaret istiyor. Zehir zıkkım bir acının ve öfkenin arasından, bir tepsi şeker uzanıyor önümüze, hoş geldiniz şekeri... Ahhh... Zehir, zıkkım...
Buz gibi soğuk alev alev yakıyor...
Oraya gidene kadar, karşılaşma anı geldiğinde ne yapacağını bilemeyen üç minibüs insan, taziye sırasına girip, acıya dokunuyoruz sonunda. İnsanların gözlerinin anlattıklarını anlamak değil ama anlatmak çok zor. Ne diyeceğimizi bilemez bir halde dikilirken, neyse ki yaşlıca bir adam Kürtçe bir şeyler söyleyip, "el fatiha" diyor ve kurtarıcı bir duaya başlıyoruz.
Kendilerine ekmek parası diye sunulan çaresizliği, bilmem kaçıncı yüz kere yaptıktan sonra, bir gece yarısı düşürüldükleri bir tuzakta bombalarla parçalanarak öldürülen 35 insan...
Başlarına ne geldiğini belki de anlamadan, korkudan taş kesilerek, belki saklanmaya fırsat bile bulamadan, toza toprağa karışarak... Birbirlerinden, katırlarından, belki de kendilerini vuranlardan medet umarak...
İşte burada, bu buz gibi kesen soğukta dikilmiş bizi karşılayan, bize bir tepsi şeker uzatan, bu telâfisiz kaybı ve acıyı neden yaşadıklarını bilmeyen insanların evlatları...
Ne yazık ki cevabı bizde değil. Onlara ne söyleyebiliriz ki... Keder, boyumuzca...
Vaktin hızla akıp geçmesi sebebiyle, diğer iki köye gidişi çabuklaştırmak gereğine sığınıp, öbür köye geçiyoruz ve öbür köye...
Ortasu, Gülyazı... Aslında Roboski ve Bêjuh!
Gülyazı... İsmiyle müsemma olamamaktan utanan Gülyazı...
Mezarlar orada işte...
Beş bin nüfuslu köyün gencecik öğretmenleri... Çoğu Kürt değil. Öğrencilerini anlatıp, ağlıyorlar. 12-13 yaşlarındaki çocuklar... Medyadan bazı omurgasızların kaçakçı ya da terörist diye yazdığı küçücük, yoksul, el kadar çocuklar... Öğretmenlerin yanında gencecik bir kız...
- "Nişanlım..." diyor, "Gözlerini ne anası ne de babası kapatabilmiş. Gözü açık gömmüşler, ben yetişemedim ki kapatayım..."
Vuruluyoruz!
Meydana doğru yürüyüp, bir kez daha taziye sırasına giriyoruz. Biri beni durduruyor. Kafamı çevirip, iki elimi tutan küçük elin sahibine bakıyorum. Yüzü tamamen yanmış...
- "Ne oldu sana" diyebiliyorum, anlatıyor. Yürek kaldırır gibi değil...
- "Sonra peki... "
- "İki abim, benim yüzümü ameliyat ettireceklerdi, para biriktiriyorlardı... öldüler şimdi..."
Allahım... Gözyaşlarımı tutmaya çalışmak faydasız...
En çok da gittiğimiz için teşekkür etmelerine yaralanıyor, utanıyorum, utanıyoruz! Buraya gelen bizler, dönerken ne kadar "biz" olacağız, bilmiyorum.
Meydandaki ateşler, anaların yüreği gibi... Son "el Fatiha"nın ardından yan yana oturuyoruz. Dermanı olanlar, son gayret çıkıp bir şeyler söylüyorlar. İlkay bir şarkı söyleme gücü buluyor ve hepimizi darmadağın ediyor.
"Heveslik eyledim, yavru yetirdim. O da hayalinen düşümüş meğer..."
Kavruluyoruz...
Aynur (Doğan) birkaç cümleden sonra devam edemiyor.
Ferhat'ın (Tunç) Daye'si boğazına düğümleniyor.
Ben yerimden bile kalkamıyorum.
Yanı başımdaki delikanlı, o geceyi anlatıyor. Neden onlarla gidemediğini, sonra gecenin yarısı kopan kıyameti... Kaybettiği akrabalarını, arkadaşlarını... Sonra dönüp,
- "Abla" diyor... "Bak bu dağın başında yaşıyoruz. Aha gökyüzü, aha karakol, aha Allah... Bir ot yok bizi gizlesin. Her şey gerçektir. Allah da gördü bize kim, ne yaptı... Ama bizi korumadı!"
Hepsinin soruları var... Para, tazminat isteyen yok. Sorumluları arıyorlar!
- "Türkler neden yaptılar bunu bize?"
- "Biz devlete hizmet ediyorduk. Karakol bilir; burada başka geçim kaynağımız yoktur. Getirdiğimiz ne ki? Çay, sigara, şeker, mazot... Geçerken onlara da veririz çaydan, sigaradan..."
- "Benim kardeşim okula gidecekti, harçlığı yoktu... ayakabısı yoktu..."
- "Ben babamı istiyorum. Ben başka hiçbir şey... Ben babamı..."
Mezarlığa çıkarken köyden biri bize bir kucak karanfil uzatıyor, tökezliyorum...
Ruhi Karadağ koluma yapışıyor. Gece karanlığında fenerlerin ve kameraların ışıkları tül perdeler gibi...
İçinde kadın, çoluk, çocuk... Yani ölenlerden arta kalan çocuklar... Mezarların üstünde okul defterleri, kalemleri... Üzerleri güllerle dolu taze mezarlar. Taze ve mezar kelimelerinin yan yana kullanılması ne tuhaf...
Dün bulunan küçük bir el, bu mezarlardan biri açılarak içine konmuş! Bugün çıkıp gelen bir katıra sarılmış bir anne, evlâdını ondan soruyor...
Birbirimize bakacak ne cesaretimiz ne yüzümüz var. Ağladığımızı da saklamıyoruz artık...
Acı, soğuk kadar kesici ve yoğun. Öfke, elle tutuluyor... Mezarlık, bu çocukların daha birkaç gün önce yaşadıkları evlerin hemen üstünde...
Bu zulûm nedir, bu insanların başına gelen? Kim getirdi? Neden? Hem kurutup ocaklarını, hem "bundan sonra işiniz bu" deyip, hem bombalarla parça parça ettiniz... Hem bizi bize düşman... Neden???
Kulaklarımda çınlayan bu dizeler de bir Kürdün... Hem zalim, hem korkak olana yazılmış... Hem kıyıp, hem itiraf edemeyene... Hem inkâr edip, hem kibirlenene...
Dostum!
Postumun düşmanı...
Ahir zaman beyi...
Seni yere indiren zembil,
Artık inmeyecek gökten.
İpleri çürüyerek
Ve yolun yarısında koparak,
Düştü...
Düştü Kızıldeniz'e,
Kızıldeniz oldu mezarı onun... (Kadri Can)
Ama...
Biz, gördük bu cinayeti...
Artık yeter... Yeter artık...
Edi bese... (YG/HK)