Cezaevleri ile ilgili sıkıntıların, bir dönem, mahpusların eylemleriyle duyulmaz olamayacak kadar gündemin gerçeğini kavurduğu bir ülkede, toplumsal mücadelede yer alan oluşumların cezaevleri konusunda seslerini çok fazla seslerini duymamış olmak şaşırtıcı gelebilir. Fakat, sorunların çeşitliliği ve sürekliliği üzerine düşünmek, bu örgütlerin mücadele alanlarının genişliğini ve yoğunluğunu anlamak açısından sanıyorum şaşkınlığımızın süresini de kısaltacak.
Suç teşkil eden davranış kıstaslarının, bir anlamda toplumun dışlama sınırlarına, devlet geleneğine ilişkin referanslar içerdiğini de gözönünde bulundurmak gerekiyor. Yani "suça eğilimli" olarak addedilen toplumsal gruplar, aynı zamanda suç işlemeden hayatını idame ettirme olanaklarından da maddi ve manevi olarak dışlanan gruplar. Suç sosyolojisi kapsamında ayrı bir tartışma gerektiren bu konulara girmeksizin, cezaevi süreci öncesi ve sonrasındaki bu dışlamanın, cezaevi sürecine ise "yangında en son kurtarılanlar" olarak sirayet ettiğini söylemek mümkün. Üstelik de bir kalıpyargı olarak toplumsal cinsiyete ilişkin muamelelerin kadınlar açısından yarattığı güçlükler, cezaevlerindeki kadınların taleplerini iyiden iyiye duyulmaz hale getiriyor. Cezaevleri bu anlamda kısırdöngünün önemli bir ayağı olarak, yoksulluk ve cinsiyet sorunlarının üretim merkezi gibi çalışıyor.
Son günlerde Güler Zere'nin adını her duyduğumuzda önümüze kapanan siyah perdeden geriye bakmaya cesaretimiz olduğunda, 2008 yılında Karataş Kadın Cezaevi'nde kızı "terör suçlusu" iddiasını kabul etmediği için onunla görüştürülmeyen annenin mücadelesi, 2006'da Ulucanlar Cezaevi'nden Sincan Kadın Kapalı Cezaevi'ne sevk edilen bazı kadın tutuklulara sistematik işkence yapılması ve kadınların tacize uğraması gibi pek çok vaka gözümüzün önünde patlıyor. Üstelik adi suçtan cezaevinde bulunan kadınların sıkıntıları bu kadar bile gündeme gelmedi.
Kadınlar şu anda dünyada cezaevinin küçük bir nüfusunu oluştursa da, bu nüfusun cezaevi sayısındaki artışın yanı sıra, erkek mahpus sayısındaki artışa oranla çok hızlı olarak arttığı saptanmış. BM'nin 2008 yılında hazırladığı "Kadınlar ve Hapsedilme Üzerine El kitabı" bu konuda bize birkaç önemli bilgi sunuyor. Buna göre; dünya çapında cezai hukuk sisteminin sertleşmesi küçük suçlar nedeniyle hapsedilen kadın sayısında ciddi oranda bir artışa yol açmış. Cezaevi sistemlerinde ise kadın nüfusunun erkek nüfusa oranla azlığı, kadın nüfusun cinsiyete özgü ihtiyaçlarının ihmaline sebep oluyor. Mekanların erkek ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş olmasının yanı sıra, örneğin pedlerin bir sağlık malzemesi olarak görülmeyip para ile satılması gibi sorunlar da cabası.
İşte bu nedenlerle Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST), 30 Ekim 2009 Cuma günü oldukça derli toplu, verimli bir "Cezaevlerindeki Kadınlar için STK Buluşması" düzenledi. Alışıldık buluşmalardan farklı olarak konu edilen yerin gezilmesini de içeren bu program, bu nedenle Bakırköy Kadın Ceza ve Tutukevi'ne ziyaret ile başladı. Burada, cezaevindeki kadınların yanısıra, cezainfaz görevlileri, psikolog, cezaevi müdürü ve savcısı ile kısa bir görüşme yapıldıktan sonra cezaevindeki odalar ve atölyeler gezildi.
CİSST'den Zafer Kıraç ve Binnur Aloğlu'nun katıldığı programda, Amargi, Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi, Mor Çatı, Van Kadın Derneği, Medya İzleme, FilmMor, Uçan Süpürge, İnsan Hakları Derneği, Mazlumder,Türk Tabipler Birliği, Kagider, Af Örgütü ve Kamer'den temsilciler; cezaevinde edindikleri bilgileri forumda tartışma imkanı edindiler. Forumun başında sanatçı Ulrike Möntmann yıllardır dünyanın dört bir yanındaki kadın cezaevlerinde yürüttüğü THIS "Baby Doll Will Be A Junkie" isimli çalışması ile ilgili bilgi ve görselleri katılımcılarla paylaştı. Bu harika çalışmada Ulrike, özetle, cezaevlerindeki kadınların kendi seslerinden anlattığı öykülerin kaydedildiği oyuncak bebekleri, gittiği ülkelerin muhtelif yerlerine bırakıyor. Dahası, bu oyuncak bebeklerin yüzünde ve avucuna, şiddetin izleri işlenmiş.
Gösterimin ardından ilk olarak, pek çok kadın cezaevine göre iyi durumda olan, daha doğru bir ifadeyle ehvenişer durumda olan Bakırköy kadın cezaevinin koşulları somut örnekler üzerinden değerlendirmeye alındı. Bu çerçevede ilk akla gelen sorun, tutuklu ve hükümlü sayılarının neredeyse birbirine eşit olması idi. Ki kadınların ekonomik ve sosyal anlamda toplumsal olarak dezavantajlı grupların başında geliyor olması, yani kadınlar açsından yoksulluğun daha yoğun ve demokratik mekanizmalara ulaşım imkanının daha sorunlu olması, dava öncesi gözaltında tutulma oranlarını ciddi oranda artırıyor. Diğer yandan, iş Atölyeleri'nde üretim yapanların sadece hükümlüler olabilmesi ve bu atölyelerin Adalet Bakanlığı'nca düzenlenen koşullarına ilişkin sorunlar dikkat çekiyordu.
Örgüt temsilcilerinin çoğu, bu atölyelerin özellikle hiçbir geliri ve ziyaretçisi olmayan kadınlar için elzem derecede önemli olduğunu teslim ederken; bir yandan da Adalet Bakanlığınca belirlenen 8.30- 17.00 çalışma saatleri, 20 gün üzerinden hesaplanan sigorta ücreti ve günlüğü (çıraklar için 3 YTL) 5.5 YTL gibi çalışma koşulları ile şirketler için fason üretim gerçekleştirilen bu atölyelerin birer sömürü alanına dönüştürüldüğünü belirttiler. Katılımcılar; çocukların sadece süt ihtiyaçlarının karşılanması, 3 ya da 6 yaşından büyük çocuklarla anne arasındaki ilişkinin haftada bir kapalı ve ayda bir açık görüş ile sınırlı olması ve 2 kişi arasında gerçekleşebilecek bir soruna karşı şahitlik edebilecek üçüncü bir kişinin olmaması nedeniyle 2 kişilik oda sistemi yerine 1 veya 3 kişilik oda sistemlerinin uygulanması gerektiği sorunlarına da değindiler.
İlaveten, erkek hapishanelerindeki 120 adet meslek atölyesine karşın, kadın cezaevinde -o da aşçılık, terzilik, kuaförlük, takı olmak üzere 4 adet atölye bulunması eksikliklerden biri olarak görüldü. "Hangi atölyeler açılması?"sorusuna yanıt olarak ise katılımcılardan Tülin Dağ önemli bir hatırlatmada bulundu: "Kadın mahkumlara sorulmalı! Dışardakiler için önemsenmeksizin yapılan kısacık bir anket, 'içerdekiler' için fikrinin sorulduğuna ilişkin önemli bir sevinç kaynağı."
Bunların dışında en önemli sorun ise elbette sağlık sorunu. Cezaevinde zaten cezaevine gelmezden önce yoksulluk sebebiyle birtakım sağlık sıkıntıları yaşayan pek çok kadın bulunmakla birlikte, cezaevindeki koşulların da (özellikle oda temizliklerinin ve ortak alanların mahkum tarafından yapılması, çamaşırların ayda bir kez ve sadece çarşaflarla sınırlı olarak yıkanması, sıcak su ve elde yıkadıkları çamaşırları kurutma sorunu, hijyen ürünlerinin -üstelik de satın alındığı halde- hepsinin olmaması gibi sebeplerle) hastalığa davet çıkarır durumda olması hasta sayısında artışa yol açıyor.
Bakırköy Cezaevi'nde ocak 2009'dan bu yana cezaevi doktoru on bin küsur hasta ile görüşmüştü, Kadın hastalıklarının görülmesinde mahpus için rahatlık sağlayacak bir kadın doktorun bulunmaması sorunu bir yana, doktor kadın olsa da bu koşullarda ancak sevk yapılabileceği belirtildi. Yeterli ring aracı olmaması, hastanın hastaneye sevkinde jandarmanın görevlendirilmesinin oluşturduğu güçlükler, prosedürün çok yavaş işlemesi ve hasta mahkuma hastanede özel bir statü sağlanmaması nedeniyle için hastanın hastaneye sevkinin ciddi sıkıntılara yol açtığı ve cezaevindeki tedavi imkanlarının ise çok sınırlı olduğu görülüyordu. Tabipler Birliği'nden Dr. Elif Kırteke, yeni bir uygulama olarak cezaevi doktorlarının Adalet Bakanlığı'ndan değil sağlık bakanlığından görevlendirilecek olmasının iyi bir uygulama olduğunu belirtirken, buna karşın, koruyucu hekimlik yerine tedavi edici hekimlik uygulamasının hastanın tedavisinde sorun oluşturduğu ve yanı sıra burada çalışan doktorların çalışma koşullarının oldukça kötü olduğu bilgisini verdi.
Yukarıda anlatılanlar yapılan gözlemlerin, toplanan bilgilerin sadece bir kısmı. 2006 yılında kurulan CİSST, bu konuda derin bir boşluğu doldurarak faaliyet gösteriyor. "Farklı haspedilme biçimleri" üzerine kafa yoruyor. Üstelik cezaevlerinde yürütülecek mücadeleyi mahkumlarla sınırlı tutmayarak, cezaevleri çalışanlarının koşullarının düzeltilmesi için de uğraş veriyor. Bu açıdan sendikaların da bir an önce cezaevlerinde kötü koşullarda çalışan personele yüzünü dönmesi gerek. Kadın örgütleri içinse kadın mahkumlar ve emekçiler dışında, erkek mahkumun dışarıdaki karısının yaşam koşullarının düzeltilmesi ve cezaevlerine kadın müdür, kadın savcı atanması da önem taşıyor. Nitekim, Türkiye'nin ilk kadın cezaevi müdürü Ümran Yavuzyılmaz da "Kadın-erkek fark etmez, her cezaevini aslında bir kadın yönetmeli" diyor.
Toplumsal mücadele yürüten örgütlerin suçun anlamının ve ceza sisteminin geçirdiği değişimleri göz önünde bulundurarak mahpusların taleplerine kulak vermesi, insanlık onuru açısından artık ertelenemez olandır. Bu yazının bütün düzenini neşe yaşın'ın hapishane edebiyat ve kültür dergisi mahsus mahal için yazdığı şiirle bozmak istiyorum. Öyle bir bozayım ki, yerinden uçan bütün zehirli kelimeler anlamlarını bu dünyadan silmeye de aday olsunlar. Olur mu? neden olmasın?.
Onuru Korumak İçin
Dişi bir kaplan olacağım
onuru korumak için
duru bir göldür diye
yüreğimdeki sevda
dişi bir kaplan olacağım
Dişi bir kaplan olacağım
Çocuklarım için, insanlarım için
fidanları kırmasınlar diye
sevgim pazara çıkmasın diye
ve tanklar girmesin diye
papatya tarlalarına
Yırtıcı, zeki ve yiğit
bir dişi kaplan olacağım
boksör emeklileri polis oldukça
Kemancıların kollan dans ederken
sessizce ağlarken piyanodaki adam
orkestralarda
çalınırken dünyanın en güzel parçaları
bir kuş uçarken
ilk kez gülümserken bir bebek
Beşparmak dağlan yemyeşilken
ve sevgilim kahkahalarla gülerken
elektrik şoku verilmesin diye
ceylan bakışlı bir gence
Dişi bir kaptan olacağım
Yeryüzü güzelken
ve insanlar kıvranıyorken acılarla
karşımızdaki panzerse copsa
Üzerime yürüyorsa karanlık yüzlü adamlar
hatta tutsaksam
kıskıvrak yakalanmışsam hatta
dişi bir kaplan olacağım
onuru korumak için
(neşe yaşın)
* CİSTT ile www.cezaevindestk.org / [email protected] adresinden iletişime geçilebilir.(GE/EÜ)