Ruhumuzun yaz-kış üşüdüğü bir ülkede şimdilerde kar, buz, ayaz, yağmur, rüzgâr, nedeniyle bedenimiz; hatta evlerimiz ve işyerlerimiz de üşüyor. Ara sıra çapkınca göz kırpan, hatta karanfilli gülümseyen güneş, soğuk gerçeğini yok edemese de üşüyen bedenlerin ruhuna mavi boncuk takıyor.
Dün akşam iş çıkışı cadde üstünde araçtan inip, bir üst sokaktaki evime gidene kadar, üstelik kar ve buza zırhlanmış vaziyette, öldüm bittim. Düşme fobim zeminin kayganlığıyla tavan yapmıştı. Eldivene rağmen apartman kapısını açmakta zorlandı; buz tutmuş parmaklarım.
İki köpek hikâyesi
Sıcacık evimin bana sunduğu huzuru giyiniverdim üstüme çabucak. Karnımı doyurup, yaktığım sigara eşliğinde daldım sosyal medyaya, bir yandan da TV haberlerini dinlerken. Okuduğum ilk haberin başlığı “iki köpek hikâyesi” idi.
İlk hikâye… İstanbul-Dolapdere'de metruk bir binada bulunan M.A. (62) adlı kişinin cesedine görevliler yaklaşamıyor, başucundaki köpek izin vermediğinden. Sahibinin yanına kimseyi yaklaştırmayan köpeği, sert bir cisimle, sonra da kürekle vurarak uzaklaştırmaya çalışanlar olmuş. Ceset ambulansla, Adli Tıp Kurumu’na götürüldüğünde, sadık köpek, sahibini bahçede bekliyormuş.
İkinci hikâyenin kahramanları iseTaksim Meydanında, gündüz vakti, karla karışık yağmur altında ıslanan ve üşüyen sokak köpeği ile onu şemsiyesiyle koruma çalışan ve sığınabileceği uygun bir yer arayan genç kadındı.
Yüreğimi ısıtan bu iki hikâyeden ilki, yaşadığım benzeri ya da benzemeyen hikâyeleri getirdi aklıma.
Adıyok Amca
Kar buz mevsimi. İşe gitmek kâbus. Sıkış tepiş otobüsten Ulus’ta, zorlukla indim. Yolda, 4-5 zabıtanın; sebze kasası üstünde oturan yaşı 60’lardaki üstü başı perişan, saçı sakalına karışmış bir adamla tartıştığını görünce yavaşladım.
Zabıtalar adamı evsizlerin yerleştirildiği otele götürmek istiyor, ısrarla. Adam evsizler oteline gitmek istemiyor. Dayanamayıp devreye girdim: “Gitsen de. Isınsan. Sıcak çorba içsen. Yıkansan. Havalar düzelince çıkarsın; yine.“ Mosmor elleriyle kafasındaki bereyi düzeltmeğe çalışırken boncuk karası gözlerini dikti gözlerime ve “Sana ne?”, dedi. “Haklısın; bana ne!”, diyemeden uzaklaştım oradan.
Mehmet Amca
Zabıta getirmişti huzurevine; Sıhhiye pazar yerindeki çöp varilinin içinde bulduğu perişan durumdaki yaşlı adamı. “Vücudundaki kir kabuk bağlamış” demişti; yıkanmasına yardımcı olan personel. “Yüzü gözü açıldı” demişti; saç-sakal traşı yapan berber. “Sağlıklı görünüyor ama yine de bazı tetkik-tahliller yapmamız gerekir” demişti muayenesini yapan doktor. “Yemeğine dokunmadı; sadece ekmek yedi” demişti kat personeli.
Ağzı hiç konuşmuyor, gözleri ise bazen konuşuyordu. 36 saat kesintisiz uyuması ürküttü bizi. Kimliği yoktu, adı da. Hizmetlilerden biri ona “Kahraman” adı takınca hepimizin Kahraman Amca’sı oldu. Gece odasında uyuyor, sabaha karşı kalkıp, salonda yere serdiği battaniyesinin üstünde devam ediyordu uykusuna.
Kendine söylenenleri dinliyor, talimatları yerine getiriyordu. İletişim kurma çabalarımız boşa çıktı. İkindi vakti. Sosyal hizmet uzmanı arkadaş, odasındayken kapıyı tıklatıp içeri girmiş Kahraman Amca. Bir kahve-sigara içimi sürede anlatıvermiş öyküsünü; kısıtlı ve sınırlı.
“Adım Memet. Maraş-Pazarcık’lıyım. Kader mahkumuydum. 24 yıl yattım mapusta. Yaşım 67 var-yok. Köye dönemedim, utancımdan. Yıllardır sokaklardayım. Otogar, tren garı, sokaklar, gençlik parkı oldu bana mesken. Epeydir gündüzleri Sıhhiye çevresindeki sokaklarda gezinir, gece de çöp varilinin içini boşaltıp içinde yatıyordum. “
“Ne bulursam yerdim ben. Aç kalmadım ama doymadım da hiç. Hakkım olmayan bir şeyi de almadım hiç; bunca zamandır. Bi daha mapus damına girmekten iyidir; açlık-soğuk. Köpeğim vardı. Karabaş’ı tekerlerinin altına aldı, dolmuşun biri. Birbirimize sarılır uyurduk; ısınmak için.”
“Sokaklar tehlike doludur. İnsanların çoğu tehlikelidir; birazı da iyi. Bana yemek-para verenler oldu. Düşkünler yurduna yerleştirmek isteyenler oldu, gitmedim. Burası sıcak. İnsanlar iyi. Yemek var, su var. Ama ben burada yapamam. Gitmem lazım. Sokaklar bensiz, ben sokaksız yapamam. İzin ver, gideyim!”
Nüfus cüzdanı çıkarttık ona. Çay ocağındaki personele yardımcı oldu; arzına maruz zamanlarda. Elişi grubuna dahil olup mahpusta öğrendiği boncuk işini öğretti, akranlarına. Huzurevinin “okey kralı” oldu. Canı sıkıldıkça çıkıp parklarda sokaklarda gezindi. Çiçekler, dallar taşıdı bize bahar-yaz aylarında. Bizimle nadiren, avludaki havuzun çevresine dikip suladığı çiçekleriyle her fırsatta konuştu.
Sonra ben ayrıldım huzurevinden. Duydum ki, Kahraman Amca’nın kaderi de sevgili Karabaş’ıyla aynı olmuş.
Sürgündeki Adam
Sabahları işe giderken görürdüm onu. Alışmıştım bazen ortalıktan kaybolup yeniden ortaya çıkmasına bile. Postane ile Halk Ekmek Büfesinin köşesinde kolçaklı plastik sandalyede bacak bacak üstüne atıp, ağzından burnundan dumanlar çıkartarak sigara içerdi. Sigara içmediği nadir zamanlarda postal bağcıklarıyla oynayan yaşsız bir adamdı o.
Sakalına karışık kuzguni siyah, uzun ve kirli saçlı, perçemleri geniş alnına düşen esmer adamın pantolon, ceket ve garson yeleği sabitti, ekose oduncu gömlekleri değişirdi sadece. Kışın haki, kruvaze, çoğu kopuk olsa da sarı parlak düğmeli palto giyerdi; Rus askerlerinin giydiğine benzeyen.
Bir kez sandalyesini sırtlamış yolda, önümden giderken anladım; her zaman, herkese tepeden bakan tavrını, fiziğinin desteklediğini. Ruh sağlığının bozuk olduğuna dair belirgin bir emare yoktu sanki.
Sandalyesinin yamacında sırt çantası, transistörlü radyosu, plastik su şişesi dururdu. Radyosuyla yanından geçenlere yayın yapardı. Bazen fal tutardım içimden, yanından geçerken çalan şarkı benim olsun diye. Gelip geçenle göz iletişimi kurmaz, çevreye boş gözlerle bakar, aşina olduğu insanlar önünden geçerken elini kalbine götürürdü.
Hakkında bildiklerim de gözlemlerimle sınırlıydı. Büfedeki satıcı dışında kimseyle konuştuğunu görmemiştim. Bir sabah o yerinde yoktu, satıcının da müşterisi yoktu. Fırsattan istifade “Şey, komşunuz sandalyeli adam hakkında ne biliyorsunuz?” diye sordum.
“Hakkında çok rivayet var. Eşini öldürmüş, yeni ceza evinden çıkmış; annesi ölünce kendini sokağa vurmuş; evi yanmış; aşkından mecnun olmuş diyenler var. Arsız, yüzsüz biri değil, dilenci hiç değil. İkramlarımın çoğunu geri çevirir. Çok nadir konuşur. Sanki başka bir evrende yaşıyor, göçerek konarak. Evsizler barınağına götürmeyi başaramıyor görevliler.”
“Bazen görünmüyor ortalıkta. Öksürdüğünü bile duymadım. Sigara dışında bir şey kullanmıyor. Müşterimin biri ‘Bu adam kendini kendine sürgüne yollamış’ dediydi. Ben de onun görmüş, geçirmiş bir ailenin evladı olduğunu ve okumuş biri olduğunu zannediyorum.”
Uzun süre onu göremeyince meraklansam da ekmek büfesindeki satıcıya sormaya çekindim. Mesai arkadaşımın biri laf arasında “Sandalyesi sırtında gezen adamı dün akşam Köroğlu Caddesi'ndeki bir bankamatik kabininde sandalyesinde otururken gördüm”, deyince rahatlamıştım. Sonra kaybettim izini, zaten işyerim de oradan taşındı.
Adı Saliha olsun
Demirtepe alt geçidinde evsiz bir kadının köpeğiyle birlikte yaşam sürdürdüğü ihbarını değerlendiren Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü ekibi onu -adı Saliha olsun- Tandoğan meydanında bulmuştu. Huzurevine getirildiğinde önce öz bakımı yapıldı. Banyo öncesi paltosunun cebinden çıkan fotoğraf dumura uğrattı bizi. Fotoğraftaki Saliha, üç saat önce huzurevine gelen Saliha, az önce banyoda aklanıp paklanan Saliha aynı değildi sanki. Doktor muayene esnasında vücudunda ekimozlar saptadı. Onunla ilgilenen genç sosyal hizmet uzmanları hariç diğer çalışanlarla ve yaşlılarla iletişimden kaçındı. Nüfus kaydına zorlukla ulaşıldı.
Derken –enteresan bir şekilde- oğlu çıktı ortaya. Saliha oğlunu da, doğum yaptığını da reddetti; huzurevi doktoru vücudundaki izler doğum yaptığının emaresi dese de. Oğlu, annesinin yaşadığı travmaların etkisiyle zihinsel kayıp yaşadığını kabullenemese de uzun aralıklarla annesini ziyaret etti.
Saliha hiç değişmedi. İlk zamanlardaki güven sorununu aştı ama zorunlu olmadıkça kimseyle iletişim kurmadı. Onun arkadaşları bahçedeki köpekler ve kedilerdi. Onun için her şey önemsizdi; yemek hariç. Otuz kilo falan aldı kısa sürede. Sokakta dört duvar-çatı ve sıcak yemek yoktu. Burada da istemi dışında bedenini taciz eden kötü yürekli adamlar yoktu.
***
Okurken yüreğimi ısıtan iki köpek hikâyesinin ardından, yaşarken içimi üşüten insanların hikâyelerine geçiş yapınca; sıcacık evim sayesinde giyindiğim huzur batmaya başladı. Ve ruhum da ürpermeye başladı sanki. (ŞD/AS)