Ölçüsüz dalaverelerin mazeretleri binbir türlüdür
kahramanlar sahneden inmek bilmezken
ezberbozan nutuklarıyla
günbegün aşina olur kulaklarımız
ve kayıtsız seyrindeyiz
kimi zaman ağız-burun büksek de
es geçer, pişkinliğimizi arttırırız.
Yarına dair ütopyalarımızı
mütemadiyen yığarız bir kenara.
“elbet bir gün”ü dört gözle bekleriz;
ki gizemi büyür kurguladığımız hayallerde.
Bununla da yetinmez, güncelimizdeki ağır yükü unutmak için
nostaljilere sığınırız.
paradoksal olan o ki, bu günün, yarının dünü olacağını düşünmeyiz.
nitekim, körelmiş bilincimizle aldatırız benliğimizi.
yakamozların parıltısına ve
masmavi denizinlerin iyotuna bularız düşlerizi.
Yüzmeyi bilmediğimiz halde, biliyor gibi gireriz konuya.
çünkü utanmamayı, utanç verici buluruz.
içinden çıkamayacağımızı kanıksadığımızda, rota değiştiririz.
o vakit, dağların doruklarında gezinmeyi yeğlediğimizden dem vururuz.
henüz eteğine el atmadan, doruklarındayız onların
ve kuşbakışıdır perspektifimiz.
anlayacağınız, henüz görmeden vadileri, kahraman ilan ederiz kendimizi.
Sonuç olarak; eğreti tümcelerimizin kamuflesinde
sığınmacı olarak kalırız.
Titreyen elletrimizle sarılırız kalemlerimize
-gerçi artık modern teknoloji yönlendiriyor parmak uçlarımızı-
sıkı sansürden geçmiş imgelerlerin nişangahına şiirler düzeriz
ölümüne mahkum dilimiz pes etmemişse henüz
üreyen acılarımızı çoğaltırız habire
o vakit, direnç kazanır kasvetli hüznümüz
ve zengin olsun diye soframız
ekmek ve suyumuza kararız...
Vakit bizim. Tin bizim. Ten bizim. Göz bizim ölene dek...
(HK/EMK)
*Fotoğraf: Pixels