Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Sibel Öz’ün, "Yokuş Yukarı İstanbul" adlı öykü kitabı Notabene etiketiyle yayımlanan üçüncü öykü kitabı. İki ana başlık çevresinde gelişen metinler, on iki öyküden oluşuyor.
Genellikle belli konular etrafında yoğunlaşıyor yazar. Yakın tarihe iz bırakan olayları, gizli kalmış yaşamları, büyük kentlerin -İstanbul’un ücra ve karanlık yönlerini, bireylerin çaresizliğini, ekolojik dengenin altüst oluşunu kentsel yayılmaların soğuk ve ölümlü yüzünü ayrıntılarıyla ele alıyor.
Olayların geçtiği mekân genelde İstanbul. Zaman geçişlerini başarıyla işleyen yazar, yarattığı kent atmosferinin gerçekçiliğini de iyi resmediyor. Mekânın edebiyat için ayrı bir yeri var elbette.
Sade ve düzgün bir dil
Ancak metinlerin içeriği şekillenirken, kitabın hayat bulduğu ve karakterlerin biçim kazandığı bazen de özne görevini üstlenen en önemli öğenin mekân olduğunun altını çiziyor. Bundandır yazar özellikle yaşadığı yerde, gözlemlerinden yola çıkarak ele alıyor öykülerini.
Ayrıca yaşamın şiddet ile olan bağlantılarını, kadının toplumsal konumu yerine erilin kendini konumlandırdığı yeri, politik kimlikleri, gücün dayandığı erkleri görünür hale getiriyor.
Aslında bu noktada Galeano’nun “Edebiyat gerçekliği yorumlarken, yeniden keşfederken onu tanımamıza yardım eder. Gerçekliği tanımak, onu değiştirmeye başlamak için gereken ilk adımdır” ifadesi Öz’ün öykülerinin çerçevesine denk düştüğünü söylenebilir.
Sibel Öz, özellikle dil konusunda okuyucu zorlamıyor. Sade ve düzgün dil ile anlatılmak istenene kolaylıkla erişebiliyor okuyucu. Okuru, öykülerine samimiyetle dâhil ediyor.
Öz, Yarısı Gümüş başlıklı ilk bölümde İstanbul’un çeşitli semtlerini, kulak arkası edilmiş arka sokaklarını, gecekonduları insana dair olan her şeyi kadrajına alıyor.
“Yatılının Son Günü” adlı ilk öyküsünde Hasan amca karakteri metnin merkezinde. Bir vakit kaybolan Hasan amcayı aramanın kapıları Gezi direnişinin eskizlerine açılıyor. Ekonomik ve toplumsal/sosyolojik sorunları görünür kılan Sibel Öz, sanayi devriminden iki asır sonra İstanbul’da sanayileşme adına yaşanan faaliyetlerin başlamadan bittiğinin izlerini hissettiriyor: “İlk buhar makinesinin İngiltere’de falanca müzede saklandığı yazıyordu, biz susuyorduk koca fabrikayı bir gecede çalıp götürdüklerini söyleyemediğimiz için” Türkiye’de yirmi yıldır yaşananları bir cümleyle dile getirmiş yazar.
“Babamızdı o fabrikalar, gerisi yetimlik, sahipsizlik, gözden çıkarılmışlık… Sonra bir baktık, kitaplardan, filmlerden de çıkmış fabrikalar, sanki hiç olmamışlar gibi…”
İstanbul’un bir vakit anlatılan görüntüsü yok artık diyen Öz, toplumun ortak duygularından yola çıkıyor.
Yüzeyde önemli görünmese de insan yaşamının biçimlenmesinde etkili olan mutlulukların, sıkıntıların, kırılganlıkların yankısı niteliğinde bir metin kaleme alıyor.
Kapitalizmin büyüyen gölgesine ışık tutuyor. Görkemli caddelerin hemen gerisinde başlayan zorlu yaşamlar için fabrika ve iş kavramları iktidarlar için hiç önemli durmasa da yazar toplum için bu değerlerin ne derece mahiyetli olduğunu düşündürüyor: “Gürültü yapıyorduk yaşıyor görünmek, belki de kendimize yaşadığımızı kanıtlamak için. Oysa susuyorduk ta derinden… İstanbul’un kenarında bir kasabaydık, bizi zorla şehir yapmaya çalışıyorlardı. (…) Bizse susuyorduk… Terk edilmiş eski fabrikalar gibi.”
Sibel Öz “Yokuş Yukarı Taksim” öyküsünün girişinde “Hüzün insanın anavatanıdır” devamında doğru muydu? Diye sorar okuyucuya.
Kitabın geneline hâkim olan hüzün duygusu bazı öykülerde gerçeklik ile olan güçlü bağından kaynaklı çok daha duygusal bir alan oluşturuyor. Vatan sadece sınırları olan, içinde insanların mutlu gösterilmeye çalışıldığı, her şeyin dört dörtlük olduğu düşünülen somut bir coğrafya değil, insan aklının, duygusunun, ezilmişliğin, içi çatlayana kadar susmanın da vatanı olduğunu hatırlatıyor.
“Erik Hırsızının Gördüğüdür” öyküsünde çaresizliğin vatanını görüyoruz. Suruç’ta hayatını kaybeden bir gencin annesinin sessiz haykırışları beraberinde çıplak bir tabutla taşınıp gömülmesini anlatıyor yazar. “komutanım bizim sülalemizde yoktur böyle şeyler! Kandırmışlar bizim çocuğu. Suruç’a gittiğini de bilmiyorduk. Bizim Kürtlerle işimiz olmaz.”
Herman Hesse, Okuma Üzerine adlı makalesinde şöyle yazar: "İnsanları sınıflara ayırmak ve kafamızda tipler oluşturmaya doğuştan gelen bir eğilimimiz var.” Hesse doğuştan gelen bir eğilim olduğunu belirtse de Türkiye’de bu süreç belli koşullarla yönlendiriliyor. Özellikle ötekileştirme, sınıflama, yok sayma her türlü yaşam alanında fark ettiriliyor.
Başka bir bölümde: “Ricanızı emir telakki ettik, cenazemizi istismar ettirmedik komutanım. İstismar ettirmedik yoksulluğumuzu, düşsüzlüğümüzü, dumanlar içinde yok oluşumuzu. Öldük ama istismar ettirmedik. Marjinal grupların cenazeye katılmasını engelledik. Allah devletimizden…”
Kitabın birleştirici teması ise her bir öykünün utancı, kabalığı, dışlanmışlığı, erilliği açığa çıkarıyor olmasına bağlı. Ancak bu utancın gerçek sahipleri toplumu her defasında farklı ya da aynı şekilde istismar etmeye devam ediyor.
José Ortega y Gasset’ın “Muhtemelen insanlık hep uyurgezer hâlde yaşadı; bu durumda düşünceler bilinçli değil; verilen tepkiler otomatikleşmiş, çevre tarafından bireye dayatılmış.” Söylemi Öz’ün birçok öyküsünü çağrıştırıyor.
Çünkü Türkiye’de insan yaşamına ve doğal döngüye yaşatılanlar sınırlı oranda tepkiyle karşılaşıyor. Süreklilik gösteren, yaşama aykırı tutumlar el değiştiriyor. Düşüncelerin yok sayıldığı, farklılıkların görünmez kılındığı, her türlü insani mücadelenin etkisiz kılındığı koşullara mecbur bırakılıyor insanlar.
“Odamdaki Kavak Ağacı” öyküsü tam da bunu anlatıyor okuyucuya: “İki buçuk yaşındaydı daha. İnsan iki buçuk yaşını hatırlar mı, hatırlıyordu. Annesini döve döve, saçlarından sürükleyerek çıkarmışlardı evden. Kucağında sıkı sıkıya tuttuğu çocuğunu korumaya çalışıyor, delirmiş gibi vuran o koca adamlardan minik yavrusunu korumaktan başka bir şey düşünmüyordu. Dillerini de anlamıyordu. Ne istiyorlardı onlardan, nereye götürüyorlardı, neden dövüyorlardı, ne yapmışlardı?” Öyküde yıllardır ikna edilmeye çalışıldığımız koşullar anlatılıyor aslında. Trajikomik olan durum ise insanları katlederek, sürgün ederek, yok sayarak yapmaya çalışmaları.
“Odamdaki Kavak Ağacı” metninin farklı bölümlerinden: “büyüdü sigara yanıklarının izleri de. Aşı izi değildi, hatırlıyordu her şeyi.”, “Yedi yaşına kadar cezaevinde kaldı annesiyle. Sonra o çıktı, annesi kaldı karanlığın koynunda.” Yazar, çocukları ile hapishanelerde kalan kadınları hatırlatıyor.
Defalarca yüzleşilmiş ancak konuşulmamış, kapanmaz bir yara olan bu belleği insanlar dillendirdikçe, iktidarlar meşru saydıkları saldırılarla insani talepleri aydınlıktan uzak tutuyorlar. Ki bu noktada insan için anlamlı/umutlu olan/yaşamı var etme adına ne varsa elinden alındığında düşeceği kuyunun dipsizliğini fark ettiriyor.
Sibel Öz insan yaşamına ve doğaya karşı işlenmiş sayısız dışlanma örneklerini, yok etmeleri, yoksulluğu, yoksunluğu, görmediğimiz yaşamları, tanık olup konuşmaya çekindiğimiz olayları veya geçmişle yüzleşememe korkularımıza karşı yakın tarihi ve günümüzü ayna gibi yüzümüze tutuyor.
Yazar, “Odamdaki Kavak Ağacı” öyküsünün sonuna not olarak ekliyor: “Bu öyküdeki kişi ve kurumlar ne yazık ki gerçektir!”
(DM/EMK)
*Sibel Öz, Yokuş Yukarı İstanbul, Notabene Yayınları, Haziran 2019, 112 Sayfa